İbrahim Halil Üçer

İbrahim Halil Üçer

Keyif Bozucu Bir Özgürlük Yazısı

Özgür irade konusunu müzakere etmeye başladığımızda, kaçınılmaz bir şekilde onun varlığıyla ilgili bir soru gündeme gelir. Çünkü insan iradesini yönlendirme kabiliyetine sahip daha yukarı ya da aşağı etkenlerin varlığı söz

Bugün ister fiziksel gerçekliğin kuruluşunda isterse de bireyin pratik yaşamının inşasında gaybî herhangi bir ilkeye müracaat etmek gereksiz, anlamsız ve hatta tehlikeli bulunmaktadır. Gaybî ilkelere böylesi bir müracaatın gereksiz ve

Türkiye’deki hemen her kesimin buluştuğu söylenebilecek tek bir ortak talep var: Adalet. Yarım asrı aşkın bir süredir ülkeye damgasını vuran her siyasî-toplumsal hareket bir şekilde adalet talebiyle öne çıktı, ama

Zihin ve gerçeklik meselesiyle ilgili tartışmaların çerçevesini, on sekizinci yüzyıldan itibaren, ikisi epistemolojik biri ontolojik üç varsayım belirler hale gelmiştir. Epistemolojik iddialardan ilki David Hume’a aittir. Tümevarım problemi olarak da

Bugün özel olarak Türkiye’deki, genel olarak İslam dünyasındaki yükseköğretim kurumlarında üretilen bilgi birikiminin İslam düşünce geleneğinin mi yoksa Batı düşünce geleneğinin mi bir devamı olduğu sorusu, Müslümanlar için hayati bir

Yakından bakılan her şey hayret uyandırır. İnsan da böyledir. Bu hayrete kaynaklık eden şeylerden biri, onun aynı zamanda derinlik ihsas eden karmaşık terkibidir. Bu karmaşık ve çok katlı terkibin göze

Müslümanlar son iki yüzyıl içerisinde İslam tarihinde daha önce şahit olunmamış iki büyük travma yaşadı. Bunlardan ilki 19. yüzyıla aitti, ikincisi ise 20. yüzyıla. Her ikisi de Müslüman varoluşuyla ilgili

J. J. Rousseau 1762’de yazdığı Toplum Sözleşmesi’nde şöyle diyordu: İnsan özgür doğar, fakat her yerde zincirlere vurulmuştur. Toplum Sözleşmesi’nin yazılışının, bu zincirleri kırma amacındaki Fransız İhtilali’nin ve özgür iradeyi gerçekliğin kendisinde kurulduğu aslî zemin

Son Yazılar

Mecmeu’s–sulûk isimli eserde geçtiği üzere, fıkıh usûlü ve fıkıh ilimleri, dirâyet ilmi olarak da adlandırılır.

Sözlükte, kendisine bir başka şeyin dayandığı şey mânâsına gelir. Başka bir şeyin kendisi üzerine bina

Miladi 19. yüzyıl, yarım kalmış ihya teşebbüsleriyle doludur; bir seyl-i huruşan gibi gelen Batı istilası

el–Munkız, Gazzâlî’nin hem kendi hakikat arayışını, krizini ve hakikate ulaşma sürecini özetlediği hem de yaşadığı

“Bir yöntem olarak Kilise”nin, 14. ve 15. yüzyıllarda vuku bulan nedenlerle çökmesi ertesinde Batı Avrupa’da