Teoman Duralı’nın “Çağdaş Küresel Medeniyet” Analizi Üzerine

Dursun Çiçek

Dursun Çiçek



Son yüz yıldır tüm insanlığın şahit olduğu Batı eksenli askerî, siyasî ve kültürel emperyalizmin Batı düşüncesinin ve medeniyetinin bir uzantısı olup olmadığı, Aydınlanma değerleri ile uygulamalar arasında bir çelişkinin bulunup bulunmadığı bilhassa Müslümanlar ve Batı dışı toplumlar tarafından tartışılmıştır. Bu tartışmalarda genellikle Batı medeniyetini temsil edenlerin kendi ilkeleriyle çeliştiği varsayılmıştır. İki yüz yıldır gelecekle ilgili tüm planlarını Batı medeniyetine dâhil olmak bağlamında kuran çoğu Müslüman ve Batı dışı toplumlar, önce geri kalmışlıklarını, sonra mevcut kültür ve düşünceye uyumsuzluklarını kendi kusurlarına bağlayarak Batı düşüncesini ve değerlerini idealize etmişler, bunun bir uzantısı olarak da Batı’nın askerî ve siyasî yayılmacılığını onun evrenselliği üzerinden iyiliğin, güzelliğin ve doğruluğun tüm dünyaya yayılması bağlamında bir uygarlaştırma süreci olarak nitelemişlerdir. Herhangi bir çatışma ve farklılık durumunda Batı dışı toplumlar terörle, kaosla, gerilikle nitelenirken; tüm kusurlar ve kabahatler Müslümanlara veya Batı dışı toplumlara bulunmuş, Batı’yı idealleştirme ve evrenselleştirme süreci kesintiye uğramamıştır. 

Nitekim bu anlayışın sonucunda İslam düşüncesi, Yunan düşüncesine eklemlenerek Aydınlanma değerlerine göre yeniden şematize edilip bu şemaya göre tevil, tefsir ve tabir edilirken; tüm tarih Antik Yunan, Roma ve Avrupa ekseninde yeniden yazılmış, herkes konumunu söz konusu yeni şemaya göre belirlemiştir. Sadece bugünün veya geleceğin değil geçmişin de Batılılaşması ve modernizasyonu diyebileceğimiz bu durum, hassaten Müslümanlar arasında bir tarih, hafıza, dil, hayat ve kimlik krizine yol açmıştır. Bunun sonucu olarak Müslümanlar veya Batı dışı toplumlar ile Batı medeniyeti arasında çatışma çıktığında insan hakları, demokrasi, adalet, ahlâk ve benzeri tutumlarla ilgili olarak değerler yine söz konusu medeniyeti temsil edenlerden beklenmiş, onların gerçekleştirdiği işgaller ve ölümlere rağmen mümkün mertebe onlara olmasa da tarihlerine ve değerlerine karşı tenzihçi bir dil kullanılmış; hatta bizatihi onlar savundukları ilkelere davet edilmiştir. 

Çağdaş Batı medeniyetinin evrenselliği, tarihin ve zamanın sonu gibi tezlere karşı gerek Batı’da gerekse Batı dışı toplumlarda az da olsa farklı tezler ortaya çıkmıştır.

Diğer deyişle Batı medeniyetinin evrenselliğinin küllî bir hadise olmadığı, bu durumun tarihin veya zamanın sonu olarak nitelenemeyeceği, nasıl ki kendinden önce medeniyetler söz konusu olduysa kendinden sonra da başka ve farklı medeniyetler olabileceği vb. hususlar dile getirilmiş ve farklı şemalar, okuma biçimleri ve tarih yazımları da ileri sürülmüştür. Türkiye’de Teoman Duralı’nın Çağdaş Küresel Medeniyet’i böyle bir çabanın uzantısıdır.

Rönesans–Reform–Aydınlanma süreci sonrasında ortaya çıkan dil, düşünce, hayat nizamı ve dünya tasavvuruyla ilgili Batı’da, Doğu’da ve Türkiye’de yüzyılın başında daha çok Aydınlanmacı bağlamda analizler yapılmış ve şemalar geliştirilmiştir. Hatta daha da ötesi söz konusu süreç, çeşitli tanımlar ve adlandırmalarla tahlil edilmiştir. Ancak bu tanım, analiz ve şemaların önemli bir bölümü söz konusu sürece eklemlenme kaygısıyla yapıldığı için sonuçta tanımı yapanlar veya şemayı çizenler de bir süre sonra önemini yitirmiştir.  Aydınlanma sürecinden önce ortaya çeşitli yerlerde ve bölgelerde aynı anda birden çok medeniyet ortaya çıkabilmiş, bunlardan biri baskın olsa da diğerlerini bertaraf etmemiştir. Aynı anda birden fazla hafıza, dil, hayat nizamı ve dünya tasavvuru telakkisi söz konusu olabilmiştir. Ancak belki de Yeni Çağ ve Aydınlanma süreciyle tarihte ilk kez farklılıkları bertaraf eden ve kendi değerlerini dayatan yeni bir inanma, düşünme ve yaşama biçimi ortaya çıkmıştır. Öyle ki bu medeniyet telakkisi, tüm tanımları yapma, her şeyi adlandırma hakkını, kendi oluş hakkı olarak nitelerken; kendinin dışındaki kültür, gelenek, inanma ve düşünme biçimlerini fosilleştirmekte ve ilkelleştirmekte, zamanın, mekânın, tarihin, dilin, düşüncenin, sanatın, hatta dinin dışına atmaktadır. 

Kiminin modernleşme, kiminin rasyonelleşme, kiminin sekülerleşme, kiminin Avrupa değerlerinin hakimiyeti, kiminin çağdaş uygarlık olarak nitelediği bu olgu, Aydınlanma sürecinin bir bakıma zorunlu sonucudur. Duralı’ya göre, tüm dinleri, klasik felsefeleri ve metafizikleri reddetme üzerine kurulu, müteâl bir bağlamı olmayan Aydınlanma düşüncesi, mihenk olarak beşerleşen insanı ve onun uzantılarını esas alırken; insanı ve onun uzantılarını da söz konusu süreçte yeniden tanımlar. 

İki yüz yıllık süreçte neyin aklî, neyin bilimsel, neyin estetik neyin evrensel olduğu belirlendiği için süreç sonunda gerek tarih gerek sanat gerek bilim ve gerekse felsefe bağlamında yeni bir metafizik kurulur. Bu metafizik; evrenselci, aşkın olanın reddiyle kaim olan, aşkınsal bağlamıyla hem dinin hem de klasik metafiziğin yerini alarak kendinden sonraki süreci tayin eder. Ancak bu tayin ediş, önceki metafiziklerden farklı olarak tekçi ve dayatmacıdır. Evrimci tarih telakkisiyle tanımladığı beşer bağlamında asıl ve tâli olanı belirlerken medenî ve ilkel olanı da tanımlar. Avrupa merkezci, beyaz adam eksenli, burjuva kültürü dolayımında oluşan bu yeni durum; insanlığın ufku, tarihin sonu olarak nitelenir; egemen kültür, asrî hayat, gelişmiş iktisadî ilişkiler olarak da sunulur. Liberalleşme ve postmodern süreçle birlikte tüketim kültürü, kitle iletişim araçları küreselleşirken, Batılılaşma, modernleşme tüm insanlığın kaçınılmaz ufku haline gelir ve tarihin sonu olarak ilan edilir.

Teoman Duralı bu durumu “Tarihte ilk defa yeryüzünün dört bir yanında hayatı etkileyip belirleyen bir medeniyet olayıyla karşı karşıyayız; hatta iç içeyiz” diyerek tanımlar ve söz konusu süreçle ilgili yapılan adlandırmaların ve tanımların yetersizliğinden söz eder. Çağdaş Küresel Medeniyet dediği sürecin onun tanımında zemini, “Yeni Çağ, din dışı Batı Avrupa Medeniyeti”dir. Ancak bunun esas uzantısı ise – etnisite anlamında kullanmadığı – İngiliz ve Yahudi medeniyetidir. Ona göre Yeni Çağ, din dışı Batı Avrupa medeniyeti Hıristiyan sürecin izlerini ve etkilerini taşısa da uzantısı değil aksine ona reaksiyon olarak ortaya çıkan tanrısız, insan merkezli, tamamen yeni felsefî temeller üstünde kendini inşa eden bir medeniyettir. İşte İngiliz–Yahudi medeniyeti bu medeniyetin bir uzantısıdır. Onun deyimiyle tabii bir uzvu, yani devamıdır.

Duralı’nın tüm eserlerinde özellikle dikkat çektiği husus; yeni insanın, müteâl olana, dine, peygambere ve kâmil insana karşı olan tutumu ve bunun arka planıdır. Söz konusu yeni insan, kiliseyi bahane ederek gerçekte tüm kutsal olana karşı kendini konumlandırırken; yeni kutsalı da kendi yaratmaktadır. Ona göre bu durum, beşerî olmaktan insan olmaya, oradan da insan–ı kâmil olmaya doğru giden insanın kemâle erme sürecinin kesintiye uğratılması, yolunun tıkanması, bir bakıma değiştirilmesidir. Çünkü Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetinde ve Çağdaş İngiliz–Yahudi medeniyetinde bu süreç tersine gelişmiş ve insan beşerî niteliklerine geri dönmüştür. Bu anlamda Kant’ın aydınlanma tanımı ve oradaki ergin olma durumu bir simülasyondan ibarettir.

Duralı, tahlil ve analizlerinin bir hamaset ya da çözümsüzlük teklifi olmadığını Batı düşüncesinin analizi veya biçimlendirdiği şemayla ortaya koyar. Batı düşüncesinin dilek ve temennileri ile gerçekliklerine dikkat çekerek onun görüntüleştirilerek bir imaj olarak insanlara sunulan yanı ile gerçekliği arasında bir çelişkinin olmadığını da özellikle belirtir. Elbette ki bunu anlamak ve anlamlandırmak için süreci iyi bilmek gerekmektedir.

Ona göre, Batı düşüncesi açısından bilhassa Yeni Çağ hakkıyla okunmadan Aydınlanma ve sonrası ayrıntılı olarak anlaşılamaz. Bu anlamda Descartes ve Galileo, iyi bilinmesi gereken iki düşünürdür. Duralı’ya göre, Descartes ve Galieo ile birlikte Aristoteles’in felsefe–bilim anlayışı farklı bir boyuta sokularak yeni çağ bilim anlayışının zemini oluşturulmuş, felsefî bağlam terk edilmiş, 1700’lerin ikinci yarısından sonra akılcılık, ideoloji, hümanizm ve sanayileşme ekseninde çağdaş İngiliz–Yahudi medeniyetine dönüşmüştür. Klasik felsefe ve metafiziğin reddedilmesiyle aşkın bağlamını yitiren Batı düşüncesi, bunun yerine aşkınsal olanı zemin yaparak, kutsadığı ve daha sonrasında metafizikleştirdiği yeni bilim anlayışıyla her şeyi insana ve onun çıkarlarına indirgemiştir. Ancak söz konusu insan, bir bilim insanı olarak mekanik bir insan, yani beşerdir. Daha da ötesi Duralı’ya göre, birlikli, bütünlüklü, canlı, ruhlu bir evrene ilişkin tasavvurlar geliştiren çocuksu animist dünya görüşüne kadar inmiş ilim zihniyeti, XV. yüzyıldan sonra git gide gerileyerek yerini kendisine maddeci dünya görüşünü temel almış, incelmiş (raffiné), bilgiçleşmiş (sophistiqué) mekanist–objektivist–empirist–pozitivist bilim anlayışa bırakmıştır.

Dolayısıyla söz konusu yeni insanın, aşkın olanla irtibatı mümkün olmadığı için de ahlâkî zemini yine kendi çıkarları tayin etmektedir ve bu durum ona göre ahlâksızlığın diğer bir biçimidir. Ahlâk dışı yeni mekanik insan, tüm varlığa da doğal olarak bu ahlâk ve bilim nazarıyla bakacaktır. Çünkü kendisi dışında (gerçekte kendisi de) her şey, onun nesnesidir ve tasarrufundadır.

Kendi bilim ve ahlâk zeminini oluşturan yeni Batı insanı (beşeri), tabii olarak yeni iktisadî bağlamını da oluşturacaktır. Yeni insan; tüm insanlığın aklını nasıl kullanacağını, ahlâkının kapsamını, iktisadî olarak neye tâbi olacağını, hangi bilim anlayışına mensup olacağını nasıl bir Tanrı’ya inanacağını ve dinini nasıl tevil ve tabir edeceğini, tarihini nasıl yazacağını da belirler. Çünkü artık İngiliz–Yahudi medeniyeti bir ideoloji değil; bir dünya görüşüdür. Üretim–tüketim eksenli bu yeni iktisat anlayışı, neyin insanın ihtiyacı olduğu meselesini kendi tayin ederek insanın ihtiyacı üzerinden yine onu kuşatır ve belirler. Bu alışa geldiğimiz bir iktisat değildir. Artık yeni durumda önce ihtiyaçlar üretilir. Neyin ihtiyaç olduğunu belirleyen, neyin beğeninin ve modanın mevzuu olduğunu da tayin eder. Artık onun beğenisi tüm dünya için modeldir ve idealleştirilir. Buna karşı çıkan ise köylü, gerici, yobaz ve fosildir. İngiliz–Yahudi medeniyetinin sermayecilik anlayışı, insanı kültür yapısından, medeniyet anlayışından, bilimi meydana getirmek için çalıştığı ruhanî halinden uzaklaştırarak maddîyata yöneltir. Bu sosyal ve kültürel durumun uzantısı olarak Farmasonluk ise İngilizler ve Yahudiler arasında köprü vazifesi yaparak İngiliz–Yahudi medeniyetinin küreselleşmesine katkı sağlar.

Dolayısıyla Duralı’ya göre 1300’lerin sonu ile 1400’lerin başları İtalya’sında belirip ardından Fransa başta olmak üzere Batı Avrupa’ya kayan Rönesans hareketiyle başlatılan Yeni Çağ Batı Avrupa medeniyeti, insanı ve doğayı aşkın esaslara dayanmayı terk ederek Tanrısallıktan koparılmış akıl temeli üstünde yükselmeye gayret göstermiştir. Bilahare, barındırdığı en önemli ve canlı kültürlerden, kendi başına buyrukluğu ve girişimciliğiyle temayüz eden ve tarihi şartların beraberinde getirdiği Yahudi sermayesini dahi yedeğine alan İngilizlik, 1600’lerin ortalarından itibaren medeniyet boyutlarını kazanmaya yüz tutmuştur. İnsancılık ile lslahatçılık neviinden devrimci akımlardan da derinlemesine etkilenen bu medeniyetin kendisine has şartları çerçevesinde, ideolojilerin ilki olup günümüzde insanlığın tümünü biçimlendiren Hür Sermayecilik, iktisat esaslı bir felsefe sisteminin verisi olarak vücut bulmuştur. Hür Sermayecilikten ise Sosyalizm ile Komünizm doğacaktır. Ona ve dayandığı Maddecilik–Mekanisizm, dünya tasavvuruna karşı tepki olarak da kökleri Romantizm denilen dünya görüşüne dek geri giden Faşizm ile Milli Toplumculuk ortaya çıkacaktır. Duralı, başlı başına medeniyet olma vasıflarını arz eden bu kültür sürecini, ana özelliklerinden ötürü, İngiliz–Yahudi şeklinde tanımlar.

Duralı’ya göre Çağdaş İngiliz–Yahudi medeniyetinin, dolayısıyla da emperyalizminin üç merkez ülkesi ile toplumu vardır: Anavatan İngiltere, yavru vatan ABD ile İslam aleminin yüreğine hançermişçesine saplanmış Siyoncu İsrail. Yeryüzü ve insan sakinleri, değişen ölçülerde, işte bu üç merkez ülke tarafından sevk ve idare olunmaktadır. Her şey bu üçünden neşet eden değer yargıları ile anlayışları doğrultusunda ayarlanıp düzenlenmektedir. Onlara göre dünya ile insanlığa iktisadî ve siyasî olarak hâkim olabilmek gayesine ulaştıran tüm yollar mubahtır. 

Teoman Duralı, söz konusu yeni medeniyet telakkisinin insanı ve toplumları böylesine etkilemesi ve kendine çekmesinin gerekçeleri üzerinde de durur. Şüphesiz kullandığı biçimselleştirilmiş mantık ve insanın otomatlaşması hadisesi, başlı başına cezbedici bir durum olarak karşıdaki insanı çaresiz bırakıcı bir özelliğe sahiptir. Her şeyden önce başta akıl ve ahlâk gibi mevzularda “insanı merkeze alır” görünmesi yabana atılmamalıdır. Mantık, matematik ve mekanizm sürecinde insanın her şeyi anlıyor ve çözüyor görünmesi, mekanik nedensellik esasına dayalı fiziğin bir dünya tasavvuru haline gelmesi, aynı zamanda onun zaaf noktasını da oluşturur. Tabiatın, insanın ve onun aklının makinelere benzetilmesi ve makineleşmesi pratik hayatta insan için kolaylık ve her şeyi anlama ve her şeye tahakküm etme gibi gözükse de bir süre sonra neyin parçası ve uzantısı olduğunu anladığında bu kez hem akıl hem nelik ve hem de kimlik problemini yaşamaya başlayacak, kendine ve tarihe yabancılaşacaktır. Dolayısıyla İngiliz–Yahudi medeniyeti, insana her daim sanal ve geçici hazları sürekliymiş gibi sunmasındaki maharetiyle öne çıkar. 

Öyleyse bugün insanlığı, insanı ergin olma iddiasıyla kandıran ve onu beşer olma derekesine indirgeyen ve bir bakıma belli bir zümrenin dünya görüşü ve tasavvuru olarak tüm insanlığı sömüren bu telakkinin aşılması, insan için bir zarurettir ve bu bir sorundur. Teoman Duralı, Sorun Nedir? isimli eserinde bir bakıma bu meseleyi ele alarak; “yön ve yöntemini şaşırmış felsefî aklı toparlamak ve yolu yordamına koymak, kavram ve mânâları yeniden tarif etmek” çabasında olduğunu belirtir.

Teoman Duralı’ya göre bugün dünyada imkân olarak buna tek insânî karşılık ve çözüm Müslümanlardan ve dolayısıyla yine İslam medeniyetinden verilebilir. İslam medeniyeti, İngiliz–Yahudi medeniyetinin bilkuvve rakibi ve hasmıdır. Bunun için de İslam medeniyetinin yeniden inşası gerekmektedir. Öyleyse daha önceki tarihî tecrübelerimizden hareketle ve çağdaş küresel medeniyetin imkânlarını da yok saymayarak yeni bir İslam medeniyeti inşa edilebilir. Böylelikle insanı beşerden ibaret sayan insancılık aşılabileceği gibi dini, ahlâkı, aklı, bilimi aşkın bağlamından koparan anlayış da aşılabilir. Temeddün, basiret, gönül gözüyle görme, ruh kavrayışı, iman ortaklığı, beni biz yapma şuuru, hareket noktamız olabilir. Duralı’nın klasik felsefeyi ve metafiziği reddeden modern anlayışa karşı yeniden felsefîleşmiş medeniyet tabirini kullanması tesadüf değildir. Felsefî derken Aydınlanmanın dar anlamdaki tanımına değil; bilhassa Aydınlanma öncesi geniş anlama hatta özellikle İslam düşüncesindeki hikmet anlamına gönderme yapan Duralı, bunun imkânının da Müslümanlarda olduğuna atıfta bulunur. Çünkü asıl insanlığın da iman kardeşliği üzerinde gerçekleşeceğini belirtir. O aynı zamanda felsefîleşme ile ideolojileşmeyi birbirine zıt olarak telakki eder. Aydınlanma süreci bir ideolojileşme iken felsefîleşmeyi de bertaraf etmiştir. İslamcılığın ortaya çıkışı itibarıyla modern bir bağlama sahip olduğuna işaret eden Duralı, onun işlevi itibarıyla da Aydınlanmaya eklemlenen bir halka olmaktan öteye gidemeyeceğini düşünür.

İslam’ı birinci derecede müteâl bir ahlâk ve tebliğ zeminine oturtan Duralı, sünnetin ise pratik bağlamına ve sonuçlarına dikkat çeker. Öyleyse Nebi’siz bir hareket noktası söz konusu olamaz. Filozof, hâkim, âlim, ârif, düşünür, bu zemin üzerinde hareket eder. Nitekim onlar İslam’ın vazettiği temel ahlâk ilkelerinden hareketle bir dünyevî gelenek–görenek–hukuk–bilgi–bilim–toplum–siyaset–iktisat düzeni kurabilir. İlhamını Allah tebliği Kur’ân–ı Kerîm’den alan bu düzen, maneviyatçı, insanşümul, toplumcu–paylaşımcı–dayanışmacı Âdil düzendir.

Diğer taraftan İngiliz–Yahudi medeniyetinin en çok korktuğu insanın “Başkaldıran insan” olduğunun altını çizen Duralı, sekülerleştirme ve barışçıllaştırmanın uyuşturma olduğunu belirtir. Ona göre İslam ahlâkının esası ise “zulm ile haksızlığa başkaldırı iradesi” yani cihattır. İşte İngiliz–Yahudi medeniyetinin İslam düşmanlığının asıl sebebi de budur. Duralı’ya göre İslam, bir başkaldırma hareketidir, Müslüman olmanın mânâsı da haksızlığa, adaletsizliğe, suistimale, sömürüye, sömürgeciliğe ve emperyalizme, ırkçılık ve kavmiyetçiliğe başkaldırma iradesidir.

İnsanın kemâle erme sürecinin ancak İslam dini ve düşüncesiyle imkânına atıfta bulunan Teoman Duralı, kemâli asıl erginleşme olarak niteler ve kemâle ermenin İnsan–ı Kâmil’in niteliği olduğunu belirtir. Bu ise ancak felsefîleşmiş yani hikmete dayalı bir medeniyette mümkündür. Çünkü İngiliz–Yahudi medeniyeti yani çağdaş küresel medeniyet insana ket vuran bir medeniyettir. 

Teoman Duralı, kitabının son bölümü olan ümit kısmında süreçten karamsar olmadığını belirtir. Ona göre tüm sıkıntılarına rağmen hâlâ en ahlâkî ve insânî çözümlemeyi Müslümanlar yapmaktadır. Ona göre yeni bir anlayış ve medeniyet tasavvuru, hem çağdaş küresel medeniyeti ve hem de onun vasıtasıyla sefillik ve sefihlik derekesine düşmüş tüm insanlığı, ancak Yeni Çağ din dışı Batı Avrupa Medeniyetini işleyişi ve zihniyetiyle en yakından tanımış, kendi tarihî tecrübesini de iyi bilen, kurtarıcı zihni mücadele sürecini sürdürecek ve yeniden Müslümanlığa dönme gayretini gösteren kadro diyebileceğimiz bir kısım Türk düşünürler tarafından oluşturulabilir. Bu insanlar gerek din eğitimi ve gerekse bilim öğrenimi yoluyla tutarlı düşünme alışkanlığı edinen ve insanın ferdiyetini öne çıkaran insanlardır. Yine bu insanlar, Allah’ın âyeti olan âlemi/doğayı hakkıyla yerli yerinde gören ve değerlendiren insanlardır. Bir bakıma Kant’ın mutlak anlamda insanın, bilginin ve varlığın dışına attığı aşkına (transandant olana) işaret ederek aşkınsalın (transandantalin) sınırlarını çizer. Diğer deyişle Kant’ın aşkınsalını aşamayan insan için saf aklın ötesine hatta metafiziğin de ötesine atıfta bulunur. Söz konusu kadroyu ümidin insanları olarak niteler. O bununla bir bakıma hem hakîme hem ârife hem de âlime atıfta bulunur ve söz konusu kadronun gereğini yaptıktan sonra ilâhî inayete de kavuşacağına işaret eder. Çünkü Hakk’tan yana olan rahmanî insan, Hakk’tan ümidini kesmez.

Sonuç olarak Teoman Duralı’nın yaptığı bu çözümlemeden yola çıkarsak; gerek ABD gerek İngiltere ve gerekse İsrail, temsil ettikleri medeniyetin uzantısı olarak inandığı değerlerin gereğini yapmaktadırlar ve yaptıklarında da bir çelişki söz konusu değildir. Sorun, başta Müslümanlar olmak üzere Batı dışı toplumların Aydınlanma değerlerini dilek ve temennilerin ötesinde gerçeklermiş gibi kabul etmeleri ve söz konusu devletlerin kendi değerleriyle çeliştiklerini zannetmelerindedir. Burada onları kendi değerlerini çiğnemekle suçlamak yerine, kendilerince başka türlü bakmanın, görmenin, yapmanın, anlamanın, inanmanın ve yaşamanın mümkün olabileceğini düşünmeye başlamaları; bunun için de başta Teoman Duralı olmak üzere benzeri farklı şemalara dikkat çekmeleri ve bunların insanlık için imkânları üzerinde yeniden düşünmeleri gerekir.




Makalenin devamını okumak için Abone Olun