Tapınak Teolojisi ile Travmatik Psikoloji Arasında…

İhsan Fazlıoğlu

İhsan Fazlıoğlu



Kanada, Montreal’de ailemle birlikte yaşadığım mahalle, dindar Yahudilerin meskûn olduğu bir semtti. Yanlış hatırlamıyorsam 2009’un Mart ayında bir akşam vakti eve döndüğümde ilişkilerimizin iyi olduğu komşumun kapısının güzel çiçekler ve kurdelerle süslendiğini gördüm. Kendisi de oldukça dindar olan komşuma, “Kutlu olsun! Hangi bayramı kutluyorsunuz?” diye sordum. “Purim Bayramı” diye yanıt verdi. “Yani?” deyince: Hafifçe gülümsedi ve “Hâmân’ın zulmünden kurtuluş; kısaca” diyerek bağladı. Akabinde sohbete başladık. Purim Bayramı, Ahd–i Atîk’e göre, Yahudilerin Ahameniş Pers İmparatoru Ahaşveroş’un [I. Serhas (ö. MÖ. 465) ya da I. Artaserhas veya II. Artaserhas] veziri Hâmân’ın zulmünden kurutuluşunun hâtırası için ihdas edilmişti. Hâmân, İmparatorluktaki tüm Yahudileri katletmeye karar vermiş; ancak İmparator’un Yahudi asıllı eşi Ester’in çabalarıyla kurtulmuşlar; ayrıca Hâmân ve ailesinin de idamını sağlamışlar. İbrânî takvimine göre, her yıl Adar ayının 14’ünde kutlanan Purim Bayramı, eğlenceli bir bayramdır; oruç tutulur, ayrıca Ester Kitabı okunur. En ilginciyse, Ester Kitabı okunurken Amalek soyundan geldiğine inanılan Hâmân’ın adı her zikredildiğinde [ki, 54 yerde zikredilir] cemaat, “adı” bastırmak için sesini yükseltir. Bunun nedeni Tesniye 25:19’da verilen emirdir: “Amalekler’in anısını gökler altından sileceksiniz.”1

Sohbetimizin sıcaklığı içinde, biraz da hayretle, ama takdirle, komşuma “Ne kadar ilginç! Neredeyse 2500 yıllık bir olayı, sanki dün olmuş gibi hatırlamak ve kutlamanın konusu kılmak.” diye söyleyeyazdım ki, hoşuna gitmesini beklerken, gözlerinin bulutlandığını ve yüzünün düştüğünü gördüm. Hafifçe doğrularak, belki de dindarlığından dolayı kendinden hiç beklemediğimden olsa gerek, beni son derece çarpan şu soruyu sordu; “İhsan Bey! 2500 yıllık, hatta 4000 yıllık bir tarihi, binlerce anıyı, tüm ayrıntılarıyla, hafızanızda taşımak nasıl bir yüktür bilir misiniz?” Şaşırdığımı görünce, sanki sorusunu tefsir etmek istercesine şöyle bir açıklama yaptı: “Belki de bulunduğun yerden baktığında bizim bu davranışımızı takdir ediyorsun. Tarihimize, anılarımıza, anlatılarımıza bağlı bir millet olduğumuzu düşünüyorsun. Hele bir de 2000 yıl devletsiz bir millet olduğumuzu dikkate alırsak… Ancak, kimse duymasın, bu kadar yükü, bu kadar ayrıntıyı taşımak kolay değil; insanı sadece yormuyor içinde yaşadığı gerçeklikle irtibat kurmasını dahi zorlaştırıyor.” Kanaatimce, aşağıda ayrıntılı bir şekilde çözümleyemeye çalışacağım gibi, bu sohbetin can alıcı kavramları, “2500/4000 yıllık yük” ve “bu yükün verdiği yorgunluk” ile “bu yükün içinde yaşanılan gerçeklikle irtibat kurmayı zorlaştırması” olarak özetlenebilir.

Hiç şüphesiz tarihteki her olgu ve olay gibi İsrailoğulları tarihi de farklı itibarlar açısından incelenebilir. Ayrıca bu tarihteki olgu ve olayların örüntüleri ve bunların nedenleri konularında da farklı çerçeveler çizilebilir. Bu yazıda ne farklı itibarlar ne de örüntüler ile nedenleri üzerinde duracağım. Daha fenomenal bir bakışla vakıada olup bitenin bir görüntüsünü vermeye çalışacağım. Öncelikle İsrailoğulları tarihi, ilk elde, bir açıdan, trajedilerin ve acıların tarihidir. Bu trajedi ve acıları iki temel kavram altında toplayabiliriz: Tapınak teolojisi ile travmatik psikoloji… Birincisi bir seçilmişlik iddiası, ikincisi ise bir lanetlenmişlik duygusu üretmiş ve aşağıda ele alınacağı üzere sürgün–ulus bu iki uç, iddia ile duygu, arasında salınıp durmuştur. Bilindiği üzere Hz. İbrahim, tapınak rahipleri yetiştiren bir aileye mensuptu ve bu aileler Mezopotamya’da ilk devirlerde aynı zamanda rahip–krallar olarak şehirlerdeki tüm sosyo–ekonomik ve politik yaşamı yönlendiriyorlardı. Süreç içinde ve çok çeşitli ihtiyaçlarla savaş lordluğunun ortaya çıkması, akabinde konağın kurulması, gücün çocuklara aktarımı talebi ertesinde savaş lordluğunun krallığa dönüşmesi, tapınak–rahiplerini ikincil plana itti. Özellikle şehrin ürettiği artı–değerin üzerindeki hâkimiyet mücadelesi, ara–çözüm olarak Pazar’ın icat edilmesine rağmen, her iki tarafı da birbirine düşman etti. En nihayet kendilerinin Tanrı ya da Tanrı’nın oğlu olduğunu iddia eden krallar tarafından birer hizmetkâra dönüştürüldüler. Hz. İbrahim’in Tanrı’nın aşkınlığını iddia eden tevhidî itirazı ve nübüvvet vazifesiyle kralın bir ilâh ya da ilâhî bir kişilik olarak tasfiye edilmesi akabinde sürülmesi, uzun tarihî süreçte, vadedilen topraklarda, bahusus Kudüs’te yeni bir tapınağın kurulması, yıkılması, kurulması (…) süreci bugün hâlâ Kudüs’te tapınağın yeniden inşa edilmek istenmesiyle sürüp gitmektedir. Söz konusu “tapınak takıntısı” ve etrafında gelişen hiyerarşik dinî öğreti ve ruhbanlık, şüphesiz burada işaret edilemeyen diğer pek çok unsurla birlikte bir tapınak teolojisi üretmiştir. Yeri gelmişken vadedilmiş toprakların en önemli özelliği, bu tarihlerde, yaygın bir sedir ormanı havzası olduğundan, yağmur suyuyla tarıma imkân vermesi, dolayısıyla tarım için suyu yönetecek, Mezopotamya şehir devletlerindeki gibi, sorunlarının kaynağı olan merkezî bir yönetime, dolayısıyla krallığa ihtiyaç duymamasıdır. Dikkat edilirse, İsrailoğulları tarihte hiçbir zaman etkili bir hanedan sahibi olamadılar. Böyle bir teşebbüse kalkıştıklarında, Hz. Davud ve Hz. Süleyman dönemleri ertesinde, İsrail ve Yahuda olarak bölündüler. Her hâlükârda söz konusu tapınak rahipliğinden köklenen ve süreç içinde aşkın bir Tanrı fikrinin mümesilliğiyle katmerlenen bu vazife bilinci, yine süreç içinde bir seçilmişlik iddiasına dönüşmüştür. Dolayısıyla tapınak teolojisi, ilkece iki unsura dayanır: Temel çekirdek kavram, görevli olmak ve bu görevin de bir seçilmişliği içerdiğini iddia etmek…

Değişik tarihî dönemlerde, farklı nedenlerle İsrailoğulları yaşadıkları, özellikle vadedilmiş topraklardan sürülmeleri ve tapınaklarının birkaç kez yıkılması, travmatik psikolojinin teşekkül sürecini belirler. Bu süreçteki en önemli vakıa, sürgün, göç ve dağılmadır. Mekânı kaybeden İsrailoğulları, zamana tutunmuş ve mekân içindeki tecrübelerini dahi zamana indirgeyerek birer anlatıya dönüştürmüşlerdir. O kadar ki, anlatılar, söz konusu dağılma sürecindeki içkin birliği, tüm ihtilaflara karşın, sağlamıştır. Bu açıdan Tevrat, İsrail Ulusu’nun söz konusu anlatılarının bir tür kaydı olarak görülebilir. Ancak bu basit bir kayıttan daha fazlasını içerir; çünkü anlatılar bir tür taşınabilir tapınak işlevi görmüş; bir bütün olarak Tevrat da taşınabilir bir vadedilmiş toprak, dolayısıyla vatan olarak kabul edilmiştir. Kısaca sürgün kavramı altında toplanabilecek bu süreç, bir sürgün teolojisi de oluşturmuştur. Söz konusu sürgün teolojisinin en önemli işlevi, İsrailoğullarına içindeki yaşadıkları ve yaşayacakları şartlar içinde var–olma, varlığını sürdürme, kısaca, evrim teorisinin diliyle söylenirse, çevreye adaptasyon yani çevrelerine uyum sağlama konusunda meşru bir çerçeve sunmasıdır. Söz konusu meşru çerçeve, Yeryüzü’nde nerede olursa olsun, İsrailoğulları arasında aşkın–gibi ancak müşterek zihnî arketipler üretmiştir. Bu arketiplerin uzun tarihî süreç içinde meydana getirdikleri var–olma çözümleri, zamanla yaşama tarzlarına dönüşmüştür.

Travmatik psikolojinin İsrailoğulları için verdiği bu olumlu imkânlar, menfi sonuçlar da üretmiştir. Her şeyden önce geçmişe ilişkin anlatıları, bir tarihe dönüştürememişlerdir. Çünkü İsrailoğulları hemen tüm anlatılarında geçmişte kaybettikleri savaşları, bugünde kazanmaya çalışma psikoloji içinde hareket etmektedirler. Buna hâfıza zehirlenmesi adını veriyorum. Bunun nedeni, anlatılarında yaşattıkları ölü, idealize edilmiş zombi türü varlıklardır. Kimliklerini hâfızalarındaki ötekilere karşı düşmanlık yaparak, kin ve nefret üzerinden üretmektedirler. Gazze soy–kırımında, yetkililerin ifadeleri, İsraillilerin Filistinlilerle değil; hâfızalarındaki, yukarıda da işaret edilen, Amalek adını verdikleri ve muhataplarına yansıttıkları zombileşmiş varlıklarla savaştıklarını göstermektedir. Bu nedenle İsrailoğulları, sanıldığının tersine, komşumun da aslında şikâyet ettiği şekliyle, bir gelenek içinde yaşamıyorlar. Çünkü geçmiş, şimdide yaşıyorsa gelenek adını alır; şimdide ölü–olarak dolanıyorsa, ona hortlak denir. Geçmişin mahkûmu olan bu tür bir hâfıza, anlılarını ve anlatılarını sürekli bir travma eşliğinde hatırlar. Ancak her şimdideki bu hatırlama, muhatapları ortada olmadığından, kendine, hesaplaşacağı, trajedilerini ve acılarını bastırabileceği bir düşman edinemeye zorlar. Bu nedenledir ki, İsrailoğulları, şartlar yukarıda işaret edildiği çerçevede mevcutsa, hiçbir zaman kendilerinden olmayan bir çevreye dâhil olamaz; kendilerinden olmayan hiç kimseyi de içlerine alıp temessül edemezler. Söz konusu güvenlik kaygısı, tarih boyunca muhatap oldukları muamelelerin ürettiği ve yaşama tarzlarının bir bileşeni hâline gelen güvenlik kaybından kaynaklanır. Sürekli güvenlik kaygısı, biraz önce zikredildiği üzere, çevreye uyum sağlamak, dolayısıyla yaşama tutunmak ve varlığını idame ettirmek için daima ayık olmayı ve kendinin kim olduğunu hatırlamayı dayatır.

Kim olduğunu hatırlamak ve bu hatırlamayı sürekli kılmak, şimdiye değin sıkça dile getirilen, geçmiş deneyimleri, özellikle travmatik yönleriyle, anlatıya dönüştürmekten geçer. Ancak anlatı ister sözlü ister yazılı olsun belirli ritüeller, kutlamalar, devamlı tekrarlar, bayramlar vb. etkinliklerle yürütülmelidir ki, şimdide temsil edilebilsin ve somutluk kazansın. Bu kutlamaların, anmaların, vb. içeriksizleşmesi önemli değildir; çünkü saf bir biçimsellik dahi tekrarın verdiği bir imkânla bedenî hafıza oluşturabilir ve ihtiyaç duyulduğunda bu hâfızaya içerik kazandırılabilir. Örnek olarak, Montreal’de McGill Üniversitesindeyken, kışın, bir masanın arkasında elinde bir mikrofon olan gencin iki saat boyunca sesli bir şekilde bir şeyler okuduğunu müşahede ettim. Etrafında bulunan 5–10 kişinden başka hiç kimse durup da ne dediğini dinlemiyordu bile. Bu okuma ritüeli iki saatin akabinde başka bir gencin mikrofonu eline almasıyla devam ediyordu. Yanlış hatırlamıyorsam birkaç gün, gündüzleri, devam eden bu süreçte herhangi bir bıkkınlık ve kesinti görmedim. Daha eskilerden öğrendiğime göre yıllardır, her Uluslararası Holokost’u Anma Günü’nde (27 Ocak) başlayan ve bitene kadar devam eden bu ritüelde Holokost kurbanlarının adları gençler tarafından tek tek okunuyordu. Yalnızca ad; başka bir şey değil, ama her yıl; inatla…

Geçmişteki travmatik anıların ritüellere, tekrarlara, anmalara, anlatılara, vb. dönüştürülmesi, hiç şüphesiz, bir acı çeken, trajik hâfıza inşa eder. Bu özellikleri haiz bir hâfızanın inşa edeceği kimlik son derece keskin sınırlar içerir; çünkü böyle bir kimlikte biz ve ötekiler ayrımı, hem tarihî deneyimde hem de yaşama tutunmanın meşruiyetinde gömülü güvenlik kaygısında köklendiğinden; ayrıca kutlama, anma, ritüel vb. gibi sürekli etkinliklerle tekrarlandığından, hem toplumda hem de bu toplumu temsil eden her bir bireyde ontik zeminini bulunan çatışmacı bir kimlik üretir; artık düşmanlık, yalnızca ötekilerine karşı değil, kendilerine, hatta en nihayetinde İsrailoğullarının yaşadığı trajedilere ve acılara izin verdiği için, Tanrı’ya karşı bile olabilir. Daha da trajik olanı, bu tür bir kimliğin canlılığını koruyabilmesi için, sadece hâfızada bulunan hortlaklarla kavga etmesi yetmez; bu hortlakların içinde yaşanılan herhangi bir mekân–zaman sahnesinde temsillerini oluşturmak ve onlara ilişkin geçmişin iz düşümü düşmanlıklar üretmek de gerekir. Bunun nedenini yalnızca dışa doğru, yani ötekilere yönelik bir tedbir olarak düşünmemek gerekir; belki de daha çok, kendi varlığını sürdürmek için icat edilmiş bir koruma ve korunma refleksi olarak da düşünülebilir. Daha veciz bir deyişle, hâfızayı muhafaza için muhafızlığını yapmak, bizâtihi muhafızı, hâfızaya dönüştürmeye neden olabilir; ilişki karşılıklı bir etkinliğe dönüşebilir. Nitekim “biz kitabı (seyyar vatan Tevrat’ı) koruduk, kitap da bizi” şeklindeki cümlenin bir anlamı da budur.

Müspet ve menfi taraflarıyla tapınak teolojisi ile travmatik psikoloji sürgün içinde İsrailoğullarının bulundukları çevrelere uyumunu sağladı ve bu uyumun meşru çerçevesini verdi. Başka bir deyişle sürgün–kimliği, doğal olarak, var–olacak, varlığa tutunacak, var–oluşunu sürdürecek ve hayatta kalacak şekilde gelişti. O kadar ki, pek çok teolojik, sosyo–politik–ekonomik yapı bu kimliğin hem korunması hem gerçekleşmesi hem de olgunlaşması için geliştirildi. Uzun bir tarihî süreçte gelişen bu yapı, başka bir açıdan, temessül edildi ve İsrailoğullarının var–olma–tarzı hâline geldi. Maddî, manevî, siyasî, ilmî, vb. pek çok iktidar türü, güç arayışı, hatta soy devamı konusundaki düzenlemeler; farklı politik sistemler içindeki yaşayışların kurallılıkları, vb. hep bu çerçevede geliştirildi ve istikrar kazandı. O kadar ki, Tanrı inancının İsrailoğullarına özelleştirilmesi, başka bir ifadeyle, kendilerini Tanrı’nın seçtiği bir ulus olarak görme bile bu amacın gerçekleşmesi için üretildi. Bu çerçevenin, tüm olumsuz koşullara karşın, İsrailoğullarının tarihî süreçte varlıklarını korumasını sağladığı; sadece maddî değil, manevî açıdan da miraslarını nesilden nesile aktarmalarına imkân verdiği söylenebilir.

Kanaatimce günümüzde İsrailoğullarının yaşadıkları sorun, tam da sürgün–ulus olmaklık sürecinin istikrara kavuştuğu bir zaman diliminde, uzun yıllar uyum sağlamak için çabaladıkları çevrenin değişmesiyle irtibatlıdır. Çünkü en yalın hâliyle değişen çevreye ayak uydurmanın ve uyum sağlamanın başındaki en büyük engel, bizâtihi, var–oluşlarını sürdürmek için geliştirdikleri sürgün–kimliğidir. Özellikle İsrail devletinin kurulması, İsrailoğulları için basit bir politik olay değil tam da tapınak teolojisinden köklenen teolojik bir vakıadır ve 2000 yıldır geliştirilen hemen tüm pratikleri soru konusu kılacak bir hâdisedir. Çünkü modern ulus devlet ve eklerinin ürettiği, kapitalist–emperyalist–neo–liberalist uluslar–üstü iktidarın çerçevesini çizdiği ve içeriğini belirlediği yeni çevreye uyum sağlamak hiç de kolay değildir; özellikle İsrailoğulları için bir teolojik kimlik dönüşümünü gerektirecek kadar köktenci bir sarsıntıdır. Yurt dışında bulunduğum süreç içinde bir şekilde temas kurduğum entelektüellerle yaptığım sohbetlerde, dinlediğim konferanslarda, özellikle bazı televizyon tartışmalarında mevcut sürgün kimliği ve sürgün teolojisinin, hatta sürgün hukukunun güncellenmesi gerektiği konusundaki sorgulamalar bu tespitimi doğrular niteliktedir. Bir örnek olması bakımından, televizyonlarda sıkça tartışılan şu sorunlara işaret edilebilir: Sürgün hukukunda vatandaşı olunan devlete ödenen vergiler, İsrail devleti kurulduğundan, artık hangi devlete ödenecektir; ya da bir savaş esnasında vatandaşı olunan devlet için mi yoksa İsrail devleti için mi savaşılacaktır; vb.?

Yukarıda işaret edilen dönüşümler, kendi doğallıkları içinde cereyan etseydi belki yaşanılan zorluklar bu kadar şiddetli hissedilmezdi. Ancak hâlihazırda İsrail devletiyle somutlaşan başarılar, sanılanın tersine, İsrailoğullarının kendi tarihî tecrübelerinin değil, büyük oranda kapitalist–emperyalist–neo–liberalist uluslar–üstü iktidarın bir tahsisidir. Başka bir ifadeyle; hâlihazırdaki durum, çoğunlukla, uzun bir sürece yayılmış ve emek verilerek elde edilen bir sonuç değildir. Bu nedenle mevcut durumu hazmetmede; artık kimlik hâline dönüşmüş ve bir yaşama hâlini almış sürgün–ulus alışkanlıklarını bırakmada ve yeni duruma ayak uydurmada zorlanıldığı son derece açıktır. Burada kastedilen; kurucu babaların değil, top–yekûn İsrailoğullarının hazır olup olmadığıdır. Nitekim Kudüs ziyaretimde sohbet imkânı bulduğum bazı entelektüellerin ifadesiyle “doğal süreçte gelişmiş bir ulusal kimliğe sahip olmadıklarını, herkesin tarihsel süreçte alışık olduğu kıyafetleri bile muhafaza ettiği toplama/derleme bir ulus olduklarını” söylemişlerdi. Daha da ileri giderek, “uluslar–üstü iktidarın ve işbirlikçisi kurucu babaların, Avrupa ve ABD’nin tarih boyunca küçük gettolarda tuttuğu İsrail oğullarından, onları Filistin topraklarında, nispeten daha büyük olan, İsrail adlı gettoda toplayarak kurtulmaya çalıştıklarını” bile dile getirmişlerdi. Daha açıkçası, Anglosakson dünya hâkimiyeti fikrinin, kendi emperyalist amaçları adına kullanmak için, dinî bir mefkûreden siyasî bir ideolojiye dönüştürdüğü, daha sonra da ABD’nin devraldığı, Siyonizm içine hapsettikleri2 İsrailoğulları, tarih boyunca, sürgün–ulus dediğimiz, aslında dinî arketipler etrafında bir araya gelen bir tür ümmet olmaktan, zorla devlet kurdurtulan çağdaş dünyanın, siyasî anlamda, acemi milletidirler.

Elbette pek çok hem seküler hem de dindar Yahudi, gelinen bu noktayı onaylamıyor, sorguluyor, hatta itiraz ediyor. Nitekim hem ABD’de hem de Kanada’da bulunduğum dönemlerde İsrail’in Filistinlilere yönelik politikalarını eleştiren protestolara birlikte katıldığımız pek çok seküler ve dindar Musevî’yle tanışma fırsatı buldum. Söz konusu resim, tarihî kökleri itibarıyla, altın buzağına tapan Sâmirî’yi3 takip eden Yahudiler yani Siyonistler ile Tek Tanrı’ya tapan Hz. Musa’yı takip eden Yahudiler yani Musevîler arasındaki çatışmanın yeni bir sürümü olarak görülebilir ve okunabilir. Sâmirîler4; dünyaya tapan, gelecek tasavvuru kapalı, Yeryüzü’nde derinleşmek ve tarihte kökleşmek isteyen, anlamı kendi tarihî tecrübesinde arayan, Yeryüzü’nde en yararlı ve en avantajlı konumda bulunmaya çalışan, iktidar ve güç hırsı içinde ama aynı zamanda ötekilere karşı şiddet üreten bir güvenlik endişesi içinde yaşayan, vb. bir ideolojiye sahipler. Her iki tarafa da Yahudi denmesi, bu ayrımı gözden ırak tutmaya neden olmamalıdır. Siyonizm’in kuruluşunda ortak olan ve destekleyen, uluslar–üstü iktidarın üyesi Sâmirîler, hem tarihte hem de günümüzde varlıklarını Yahudi düşmanlığını teşvik edecek âletleri üretmekte de mahirdiler. İşte tam da bu nedenle, Gazze’de olup bitenler, fâil bir İsrail’in varlığını değil; uluslar–üstü iktidarın manipüle ettiği, kurbanlarının Filistinliler kadar Musevî Yahudilerin de olduğu bir soy–kırımdır.

Siyonist Sâmirîler, 2000 yıllık sürgünde geliştirdikleri tapınak–teolojileri ile trajediler ve acılarla dolu travmatik psikolojilerinin esiridirler. Bu esaret içinde çağdaş durumu nasıl yöneteceklerini bilemediklerinden sürekli güce sığınıyorlar. Başka bir deyişle, ulus olarak şimdiye değin içinde yaşadıkları ve kimliklerini kazandıkları bağlam ve ilişki ağı ortadan kalkınca kendilerini buldukları yeni bağlamda ne yapacaklarına ilişkin bir kültüre sahip değiller. Bu nedenle bir yandan, yukarıda işaret edilen Purim Bayramı’nda, Amalek soyundan geldiğine inandıkları Hâmân’ın adını iki çakıl taşına yazıp sonra da birbirine sürterek adı görünmeyecek şekilde silmeye çalışırlar; bir yandan da tehdit ortadan kalkınca ne yapılacağı kültürüne sahip olmadıklarından savaşacakları yeni Amalek soylu düşmanlar üretip taşlara yazmak zorunda kalırlar. “Hem biz hem de onlar” diyemediklerinden “ya biz ya onlar” diyerek kendi varlıklarını top yekûn tüm insanlığın yokluğuna bağlayan ontik bir ayrışmanın kendince güvenli limanına sığınmaya çalışırlar. 

Yeri gelmişken, tam bu noktada, söz konusu ontik ayrışmanın, Siyonist Sâmirîlerin tarih felsefelerini de belirlediğine ve tüm insanlığı çatallı ikilikler içinde tasavvur etmelerine neden olduğuna işaret edilmelidir. Nitekim önce insanlığı İsrailoğulları ve Goyimler olarak ikiye ayırırlar. Akabinde İsrailoğullarını geriye doğru İshakoğulları ve İsmailoğulları olarak bölerler. İleri doğru ise Hz. Yakub'un nesli anlamında İsrailoğulları ile büyük ikizkardeşi Esav’ın soyu Amalekler şeklinde ikiye taksim ederler. Daha sonra, teolojik perspektif ve hayat görüşü farklılaşmasını esas alarak, İsrailoğullarını, Musevî Yahudiler ve Siyonist Yahudiler yani Sâmirîler biçiminde, günümüzde de geçerliliğini sürdüren, bir sınıflandırmaya tabi tutarlar. Fazla uzağa gitmeye gerek yok İsrail’in ruhânî lideri Ovadia Yosef’in (ö. 2013) şu cümlelerine bakılabilir5:

“Goyim were born only to serve us. Without that, they have no place in the world – only to serve the People of Israel.”

“Goyimler yalnızca bize hizmet için doğmuştur. Bunun dışında Dünya’da bir yerleri yoktur; yerleri yalnızca İsrailoğullarına hizmettir.”

“Why are gentiles needed? They will work, they will plow, they will reap. We will sit like an Effendi and eat… That is why gentiles were created.”

“Centillere niçin ihtiyaç var? Çalışacaklar, tarım yapacaklar, hasat edecekler. Biz Efendi olarak oturacak ve yiyeceğiz. Centillerin yaratılma ‘neden’i budur.”

Kendini insan hisseden herkes bu cümlelerden en azından rencide olur; olmuyorsa ya bir Siyonist Sâmirî ya da Siyonizm yanaşmasıdır. İnsan olmak mı?.. İşte tüm mesele…

 

 

1  Olay ve Hâmân’ın kimliği Kur’an–ı Kerîm’de daha farklı anlatılır. Bkz.: Şaban Kuzgun, “Hâmân”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 15, İstanbul 1997, s. 436 – 437.

2  Bu sürecin ayrıntılı bir çözümlemesi için bkz.: Ş. Teoman Duralı, Çağdaş Küresel Medeniyet – Anlamı–Gelişimi–Konumu–, İstanbul: 2016.

3  Mahmut Salihoğlu, “Sâmirî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 36, İstanbul: 2006, s. 78 – 79.

4  Burada altı çizilen Sâmirîler, günümüzde küçük bir topluluk olarak hâlen var olan dinî–etnik bir topluluk Sâmirîlerle karıştırılmamalıdır. Bkz.: Mahmut Salihoğlu, “Sâmirî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 36, İstanbul: 2006, s. 79 – 81.

4 https://en.wikipedia.org/wiki/Ovadia_Yosef.

 




Makalenin devamını okumak için Abone Olun