Tanımlama Kudreti Elimizden Alınmak İstenen Kavram: Cihad

Mehmet Görmez

Mehmet Görmez



“Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!’ diyen çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (4/Nisâ, 75)

Gazze’de üç aydır yaşanan katliam, karanlık bir perdeyi daha da aralayarak mutlak kötülük ve mutlak zulmün tüm acımasızlığını gözler önüne sermeye devam etmektedir. Bir taraftan bütün insanlığın gözü önünde yakın tarihin en vahşi, en zalimane katliamı yaşanırken; diğer taraftan bir avuç Müslümanın yurtlarını savunmak, inançlarını, izzetlerini ve iffetlerini korumak için sergiledikleri insanüstü mukavemet, gösterdikleri mümince sabır ve metanet, insanlığa ve Müslümanlara çok derin dersler sunmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki kelimelerin kifayetsiz kaldığı bu zulüm, katliam ve soykırım, bundan böyle hem insanlık hem de İslam ümmeti tarihinde bir milada dönüşecektir. Belki de Müslümanlar ve dahi gayrimüslimler, farklı ölçeklerde yaşadıkları gafletten, bu miladın yankısıyla uyanacaktır. Bundan böyle pek çok şey, “Gazze’den önce ve Gazze’den sonra” diye yeniden değerlendirilecektir.

Gazze sonrası nice kavramlar, kuramlar ve kurumlar, yeniden tartışılmaya başlanacaktır. Bu meyanda içi boşaltılan nice kavramlarımızın yeniden tanımlanması bir zorunluluk olacaktır. Bunların başında şüphesiz, biz Müslüman milletlerin modern zamanlarda tanımlama kudreti elimizden alınarak tahrif edilen ve esasında ne kadar varoluşsal olduğu ve bekamızı ilgilendirdiği tüm yönleriyle ortaya çıkan cihad kavramı gelmektedir.

Bir kavramı tanımlamadan önce o kavramın ait olduğu düşünsel evreni ve o evrenin varlık, insan ve tabiata bakışını, dünya görüşünü, ahlâk, adalet ve merhamet değerlerini, ilâhî ve insânî boyutlarını bütüncül bir yöntemle ele almak iktiza eder. Hele hele bu kavram, İslam ümmetini inşa eden, özgürlüğünü ve bağımsızlığını teminat altına alan, bekasını ilgilendiren ve kendisine süreklilik kazandıran cihad gibi bir mefhum ise bu, çok daha büyük önem arz eder. Zira cihad, İslam’ın insana yüklediği emanet, teklif, ümran ve istihlâf gibi görevlerinden ayrı ele alınamayacağı gibi İslam ümmetinin risaleti taşıma, insanlığa şahit olma vazifesinden de müstakil olarak değerlendirilemez.

Diğer taraftan İslam’ın ötekiyle ilişkisi yani gayrimüslim ve ehlikitap ile münasebeti başta olmak üzere öngördüğü uluslararası ilişkiler kuramlarını ve bu kuramları doğuran siyasî, askerî, kültürel şartlar bir bütün olarak anlaşılmadan cihadı doğru anlamak ve doğru bir şekilde temellendirmek mümkün değildir. Dahası İslam’ın barış ve adalet mefkuresini bilmeden, savaş ahlâkı ve savaş hukukunu küllî bir bakış açısıyla ele almadan, savaşı da içeren cihadı anlamak imkânsızdır.

Kur’ân–ı Kerîm’in nüzul süreci, Hz. Peygamber’in[s.a.v.] sünnet ve sîretiyle birlikte takip edildiğinde, cihadın ne kadar çok boyutlu olduğu apaçık bir şekilde görülmektedir. Ancak cihadın çoklu anlam sistemi, muhtelif anlamlara sahip olması, tarihî süreçte geçirdiği değişim ve dönüşümler, bu kavramın hem gelenekte hem de modern dönemlerde ciddi tartışmalara konu olmasına sebep olmuştur.

Gelenek içerisinde bazen cihad, dar anlamda sadece harp ve kıtale indirgenirken bazen de bütünüyle özünü oluşturan bu yönü terk edilerek söz, nefis ve kalemle mücahedeye indirgenmiştir.

Cihad hakkındaki kavram kargaşasının bir sebebi de klasik oryantalizmin “İslam’ın kılıçla yayıldığı” yaftasına bilimsel bir kılıf uydurmak için cihadı sadece diğer din mensuplarına karşı kutsal savaş olarak takdim etmesidir.

Diğer taraftan işgal ve sömürgecilerin, Müslüman coğrafyalarda karşılaştıkları mukavemeti kırmak için Kâdiyânîlik örneğinde olduğu gibi din mühendisliğine soyunarak “cihadsız İslam” mefkuresini yaygınlaştırma çabaları da sözü edilen kavram kargaşasının, tahrifatının modern zamanlardaki bir diğer önemli sebebi olmuştur.

Son iki asırda Müslüman coğrafyaları kendine savaş alanı hâline getiren, İslam topraklarını kan gölüne çeviren küresel güçler de cihadı terör ve şiddetle özdeşleştirmekle kalmamış, dinimiz İslam’ı “savaş dini” olarak takdim etmedeki ustalıklarıyla Müslüman zihinlerde dahi travmalara yol açmıştır. Bu travmalar, bizleri her sözümüze, her hutbemize, her hitabımıza, her konuşmamıza “İslam barış dinidir.” diye başlamaya icbar etmiştir. Bu açıdan bakıldığında “Barış dini İslam” söylemi de aslında son asırda karşı karşıya kaldığımız taarruzun bizde oluşturduğu kompleksin tezahüründen başka bir şey değildir.

Neticede cihadın, tarihî süreç içinde Kur’ân–ı Kerîm’de geçen diğer iki kavram olan harp ve kıtalle âdeta eşitlenmesi, modern zamanlarda yaygınlık kazanan direniş, mukavemet, terör ve şiddetle tesviye edilmesi, kavramın doğru anlaşılmamasını hatta saptırılmasını da beraberinde getirmiş; tüm yönleriyle ele alınmasını güçleştirmiştir.

Tüm bu anlam kargaşasına, muhtevasının tahrifatına ve isabetli bir yorum yapmanın güçlüklerine rağmen cihadı ve gayesini esasen şu sorular üzerinden anlamak mümkündür: Cihadın illeti küfür ve şirk midir? Dolayısıyla kâfirleri ve müşrikleri öldürmek midir? Yoksa kâfir ve müşriklerin İslam’a ve Müslümanlara karşı başlattığı düşmanlık ve saldırganlığı önlemek midir? Ya da ister Müslüman ister gayrimüslim olsun zulmü önlemek, zalimi durdurmak, mazlumu korumak, adaleti yerleştirmek midir?

İbn Haldûn’un işaret ettiği gibi haddizatında cihad, insanlık tarihi boyunca var olan savaşların gayelerini değiştiren evrensel bir inanç ve düşüncenin adıdır. Tarihte hiçbir hukuk ve ahlâk tanımayan savaşları evrensel ahlâk ve hukuka kavuşturan ilke ve kuralların ismidir. Cihad, savaşların gayesini kişisel kin, hırs, öfke ve intikam, ırk ve kabile üstünlüğünü sağlamak, öldürmek, soykırım, çapulculuk ve yağmalamak, işgal etmek ve sömürmek, insanları köleleştirmek, baskı ve tahakküm kurmak gibi tüm gayri insânî amaçları ortadan kaldırarak; hak ve hakikati yüceltmek, zulmü önlemek, Allah’ın rızasına ermek ve onun sözünü yüceltmek (îlâ–yı kelimetullah) gibi yüce gayelere bağlamaktır. Cihad, İran Kisra’sının “Siz Araplar deve sütü içmekten ve keler eti yemekten başka bir şey bilmezsiniz. Ne işiniz var burada?” sorusuna karşın Hz. Ömer’in elçisi Rib’î b. Amr el–Ensârî’nin verdiği cevapta ifade ettiği gibi,

“Dileyenleri kula kul olmaktan kurtarıp Allah’a kul olmaya davet etmek, dinlerin zulmünden kurtarıp İslam’ın adaletiyle buluşturmak, dünyanın darlığından kurtarıp dünya ve ahiretin genişliğine kavuşturmaktır.”1

Bu yazıda kadim gelenekte ve modern zamanlarda ortaya çıkan kavramsal kargaşa dikkate alınarak meselenin ifrat ve tefrit noktalarına işaret edilecek, cihad kavramı ve felsefesi bütüncül bir yöntemle yeniden ele alınacaktır. Daha sonra Kur’an–Sünnet bütünlüğü içerisinde, insan, varlık ve kâinatı küllî bir bakış açısıyla ele alan makâsıdî bir yöntem kullanılarak kavramın tüm yönlerini içine alan bir tanımlama denemesi yapılacaktır.

Makâsıdî yöntem derken ne zâhirî–lafzî yöntemi ne de göreceli–gayeci bir metodu kastediyoruz. Makâsıdî yöntemden kastımız; önce cihada, savaşa, diğer din mensupları ve ehlikitapla ilişkilere dair tüm âyetlerden hareketle istikra yöntemiyle küllî esasları belirlemek ve sonra her tikel âyeti bu küllî ilkeler ışığında anlamaktır. Ayrıca Hz. Peygamber’in Mekke ve Medine’deki hayatını, sünnetini ve sîretini, sünnet ve sîreti bize nakleden hadislerini, seriyyelerini, savaşlarını, Mekke müşrikleri ve diğer din mensuplarıyla muharebelerini ve barış hâllerini bir bütünlük içinde anlamaktır. Burada elde ettiğimiz küllî esaslar ile âyetlerden elde ettiğimiz küllî kaideleri birlikte değerlendirmektir.

Bunu yaparken hem İslam tarihinde ortaya çıkan tarihsel tecrübe dikkate alınacak hem de İslam’ın barış, adalet ve özgürlük anlayışı ve inşa etmeye çalıştığı uluslararası ilişkiler kuramları gözetilecektir. Her konuda olduğu gibi cihad konusunda da dinin kendisi ile dinî düşünceyi, kutsal olanla beşerî olanı, dinî olanla siyasî olanı, mutlak olanla göreceli olanı, sabit olanla değişken olanı ayırmaya özen gösterilecektir. Bu sebeple yazımızın başlığına “İslam Düşüncesinde Cihadın Felsefesi” ismi, bilinçli olarak verilmiştir.

Cihadın Kavramlaşma Süreci

Cihadın kökü olan c–h–d (), Arapçada çok anlamlılık bakımından en zengin kavramlardandır. İhtiva ettiği on sekiz farklı anlamın mihverini zorluk, güçlük, meşakkat ve müspet anlamda cehd ü gayret oluşturmaktadır. Bu cehd ü gayret, her türlü zulüm ve kötülüğü ortadan kaldırmak ve her türlü iyilik, erdem, adalet ve fazileti yeryüzünde yaymak için kullanılmaktadır.

İlâhî vahyin, Arap dili ve sözlüğünden alarak yeni ve çok zengin anlamlar yüklediği kavramlara en iyi örneklerden birisi cihad kavramıdır. Tâhir b. Âşûr’un ifadesiyle cihad ve mücahede, mahza bir Kur’an ve İslam kavramıdır. Kur’ân–ı Kerîm’in cihad kavramını semantik bir sürece tâbi tutarak tedrici olarak temellendirdiği görülmektedir. Nebevî tatbikat ve beyanların da yani sünnet ve hadisin cihadın kavramsallaşmasına yön verdiği müşahede edilmektedir.

Cihadın Mekke’de değil, Medine’de meşru kılındığı şeklinde yaygın bir anlayış vardır. Oysa bu, doğru değildir. Birazdan göreceğimiz üzere Müslümanların Mekke hayatı da cihadla doludur. Ancak kıtal ve savaş yani güce güçle karşılık vermek şeklindeki dar anlamda cihad, Medine’de meşru kılınmıştır.

Cihad kavramı, İslam’ın Mekke döneminde geniş anlamda ele alınmakta ve bu dönemdeki âyetlerin hiçbirinde cihadın harp ve kıtal mânâsına gelmediği açıkça görülmektedir. Bilakis bu kavramın Mekke’de kıtali içermediğine açıkça işaret edilmektedir.2

Medenî âyetlerde ise cihad kelimesi kavramsal anlamını adım adım tamamlamıştır. Bir taraftan Mekke’de temelleri atılan ilmî, fikrî ve ahlâkî boyutları geliştirirken diğer taraftan kıtal ve harp anlamındaki cihad, artık İslam devletinin kuruluşu ve muhafazasına eşlik etmektedir. Medine’de bir ümmet varlığı tesis edilmiş ve bu varlığa yönelen saldırılara karşı korumak için cihad, zorunlu bir hüküm hâline gelmiştir. Elbette İslam, hiçbir zaman inananlarına, zulme rıza göstererek zalimlerin pençesinde aşağılanmış bir hayat önermez. Mekkelilerin hicretten sonra dahi Medineli Müslümanlara karşı düşmanca tavırlar beslemesi neticesinde güce güçle karşılık verilmesinin gerektiğini bildiren âyetler nazil olmuştur.3

***

Hadis literatüründe de tıpkı Kur’ân–ı Kerîm’de olduğu gibi cihadın hem geniş hem dar anlamı açıkça ifade edilmiştir.4 Cihadla ilgili hadislerin genelinde Allah yolunda malı ve canıyla veya her ikisiyle cihad eden kimsenin yeryüzünde iyiliğin egemenliğini temin etme ve Allah’ın rızasına ulaşma yolunda elde edeceği manevî dereceler özentili anlatımlarla dile getirilmiştir. Cihada konu hadisler, temel hadis külliyatının ilgili bölümlerinde, İslam ülkelerini her türlü tehlike ve saldırılara karşı savunma anlamını merkeze alan bir tasnifle ilgili bab başlıkları altına yerleştirilmiştir.

Cihada dair hadisleri, sünnet ve sîret bütünlüğü içinde anlamak için Hz. Peygamber’in hayatındaki savaşlarında, gazvelerinde ve seriyyelerinde ortaya koyduğu tüm ilke ve prensipleri bilmek gerekir. Hz. Peygamber’in, sîretine baktığımızda hiçbir savaşı bizzat başlatmadığı, hiç kimseyi zorla Müslüman yapmadığı görülür. Medine’de uzun yıllar gayrimüslimlerle beraber yaşamış olan Hz. Peygamber’in Benî Kureyzâ ve diğer Yahudi gruplarla savaşması, müntesip oldukları dinden değil Müslümanlarla yaptıkları anlaşmayı bozmaları ve müşriklerle iş birliği içerisine girmelerinden ileri gelmektedir. Hz. Peygamber’in silahlı mücadelelerinin bir kısmı, saldırgan Mekkeli Kureyş müşrikleriyle; bir kısmı ise Medine içi ve dışında İslam aleyhine faaliyet gösteren, Medine’de Müslümanlarla yaptıkları antlaşmalara riayet etmeyen Yahudilerle gerçekleşmiştir. Allah Resulü, 29 gazve ve 91 seriyye olmak üzere toplam 120 askerî faaliyette bulunmuştur. Bizzat katıldığı 29 gazvenin 16’sında fiilî bir çatışma çıkmamıştır. Kalan 13 gazvede ise çıkan çatışmalarda Müslümanlardan 140 kişi şehit düşmüş, düşmandan ise 335 kişi öldürülmüştür. Dahası 120 askerî faaliyetin tamamında Müslümanlardan toplam 340 şehit, düşmandan ise 800 olmak üzere toplam 1.200 kişi hayatını kaybetmiştir. Denilebilir ki Hz. Peygamber dönemi İslam davetinin insan maliyeti toplam 1.200 kişi olmuştur.5

***

Yeri gelmişken ifade etmek isteriz ki, İslam medeniyeti insanlığa hiçbir kültürde, hiçbir medeniyette görülmeyen bir savaş hukuku ve savaş ahlâkı takdim etmiştir.

İlk siyer literatüründe savaş hukuku ve savaş ahlâkı tüm yönleriyle ele alınmıştır. İmam Ebu Hanife’nin birinci talebesi İmam Muhammed’in bu konuda yazdıkları, Batı âleminde devletler hukukunun kurucusu olarak kabul edilen Hugo Grotius’un Savaş ve Barış Hukuku kitabına da kaynaklık etmiştir. Ayrıca ilk asırlarda yazılan tüm kitâbu’l–cihadlarda da bu literatürün bir parçası olarak savaş hukukuna ve savaş ahlâkına yer verilmiştir.

Bu literatürün muhtevasında şunlar vardır: Savaşlarda dokunulmazlığı olan insanlar kimlerdir? Sivil–asker ayırımını nasıl yapmalıyız? Savaş halinde olmayan sivillere nasıl muamele edilir? Hedef gözetmeksizin rastgele saldırılar düzenlenebilir mi? Gece baskınları yapmanın hükmü nedir? Çocuk ve kadınlar başta olmak üzere siviller canlı kalkan olarak kullanıldığında nasıl hareket edilmelidir? Eman dileyenlere nasıl muamele edilir? Düşmanların malı mülkü yağmalanabilir mi? Hayvanlarına nasıl muamele etmek gerekir? Tabiatın hakkına, şehirlerin hukukuna nasıl riayet edilir? Askerî bilgiler elde etmek için bile olsa işkence yapmak ne denli haramdır? Esirlerin hükümleri nelerdir? Yaralıları tedavi ettirmek ne derece gereklidir? Düşman ölülerini ne yapmak gerekir? Bu vb. sorular etrafında merhamet yüklü adaleti tesis edecek ve ahlâkın yüksek umdelerini hayata geçirecek İslam medeniyetinin yüz akı evrensel ilke ve prensipleri, 1300 yıl önce oluşturulan bu literatürde tartışılmış ve her biri birer neticeye bağlanmıştır. Öyle ki bugün hâlâ uygulanamayan Cenevre sözleşmelerinde dahi bulamayacağımız yüksek insânî ilkeleri bu literatürde görebiliyoruz.

Hz. Peygamber’in dilinde ve tatbikinde dar anlamıyla cihadın yani savaş hukukunun ilk ortaya konan sınırları, savaşta dokunulmaz olan insanlarla ilgili olmuştur.6

Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer de tatbikatıyla, günümüze kadar gelen mektuplar ve emirnameleri ile insanlık tarihinin şeref tabloları denilebilecek savaş hukukunun en ince aytıntılarını savaş ahlâkının en hassas ayrıntılarını ortaya koymuştur. Büyük fetihlerin gerçekleştiği Hz. Ömer döneminde ise bu hukuk, âdeta genel hukuk ilke ve prensiplerine dönüşmüştür. Nitekim Kudüs’ü aldığında yayınladığı iki emannamede olduğu üzere Hz. Ömer’in tatbikatı tüm insanlığa numune–i imtisal olmuştur.

Cihadın Tarihî Serencamı

Tarihin akışı içerisinde Müslümanların bilhassa karşılaştıkları zor zamanlarda, cihad kavramının anlam çerçevesinin ne tür değişimlere uğradığını, nasıl bir anlam daralması veya genişlemesi yaşadığını ya da ne şekilde usulden yoksun yorumlandığını hatta zaman zaman ne denli istismar edildiğini tespit etmek önem arz etmektedir.

İslam tarihinin dört zorlu döneminde cihadla ilgili tartışmalar yoğunluk kazanmıştır. Bu dönemlerden birincisi, Hz. Peygamber’in vefatının hemen ardından başlayan fetih zamanlarıdır. İslam’ın uluslararası ilişkiler kuramı çerçevesinde cihadın ilk temellendirildiği dönem, bu dönemdir. İkincisi, Haçlı ve Moğol seferleriyle birlikte cihadın farklı bir anlayışa evrilmesi dönemidir. Üçüncüsü, on sekizinci yüzyılda başlayan ve on dokuzuncu yüzyılda hız kazanan sömürge ve işgal hareketleriyle birlikte cihad kavramının yön değiştirmesidir. Dördüncüsü, vekalet savaşları sonucu ortaya çıkan terör örgütlerinin cihad kavramını suistimal ederek itibarsızlaştırmaları ve içini boşaltmaya çalışmalarıdır. Şimdi bu dönemleri kısaca ele alalım.

1. Dönem: İslam’ın Uluslararası İlişkiler Kuramının Teşekkülü

İslam’ın fetihlerle dünyaya yayılmaya başladığı zamanlarda en önemli mesele, bir cihad fıkhı inşa etmek olmuştur. Bu cihad fıkhında savaşın dinen meşru olup olmadığı, hangi savaşların cihad adını alıp alamayacağı, kısacası savaşın ahlâk ve hukuku tüm yönleriyle ele alınmıştır. Ulema bir taraftan telif ettiği kitâbü’s–siyer, kitâbü’l–cihad ve kitâbü’l–mezalim literatürüyle barış, adalet ve diğer din mensuplarıyla ilişkileri ihtiva eden uluslararası ilişkiler kuramını geliştirirken; diğer taraftan da cihad fıkhının sınırlarını ortaya koymaya çalışmıştır. Bu konuda İmam Ebu Hanife’nin öğrencisi Muhammed eş–Şeybânî, İmam Şafi, Amr b. Şurahbil, Süfyân es–Sevrî, Evzâî ve İbnü’l–Mübârek gibi isimler öne çıkmıştır.

Pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da Hicaz fukahası ile Irak ve Şam fukahası neredeyse birbirine zıt farklı bakış açıları ortaya koymuştur. Hicaz fukahası, Hicaz’ı müşriklerden arındırma siyasetini dünyayı müşriklerden arındırma siyasetine dönüştürerek daha savaş eksenli bir bakış açısı geliştirirmiştir. Oysa fetihlerle beraber başka din ve kültürlerle birlikte yaşayan Kûfe ve Şam fukahası, farklı bir uluslararası ilişkiler kuramı geliştirerek nispeten barış, sulh, muahede eksenli daha evrensel bir bakış açısı ortaya koymuştur.

Bu dönemde uluslararası ilişkiler konusunda kabaca üç farklı anlayış ve kuram ortaya çıkmıştır:

Birinci kuram, savaş eksenlidir. Bu anlayışa göre aslolan savaştır ve insanın ismeti imana veya emana bağlıdır.

 

Böyle düşünen fakihler, daha önce de ifade edildiği gibi nesh teorisiyle hareket etmişlerdir. Yani Tevbe suresindeki bazı âyetlere Seyf Âyeti adını vererek barışa taalluk eden âyetlerin bu âyetle neshedildiğini iddia etmişlerdir.

İkinci kuram, barış temellidir. Bu telakkiye göre aslolan barıştır. İnsanın dokunulmazlığı âdem oluşundandır.

 

Böyle düşünen fakihler görüşlerini temellendirmek için barış isteyenlerle barış yapmamızı talep eden,7 hep birden barışa girmemizi emreden,8 savaşta karşı tarafı iyi anlayıp dinlemeyi telkin eden,9 din konusunda savaşmayan ve inananları yurdundan çıkarmayanlarla iyi ilişkiler içinde olmayı yasaklamadığını bildiren10 nice âyetleri delil olarak getirmişlerdir.

Üçüncü kuram ise tecavüz hâlinde savaşı, düşmanlık olmadığı durumlarda ise barışı esas almaktadır. Bu görüşte ne savaş ne de barışın temel alınması doğru kabul edilmiş, İslam devletinin maslahatına göre değişken bir bakış açısı önerilmiştir. Buna göre savaş ve barışın hükmü, zaman ve mekâna göre değişiklik arz etmektedir. Esas olan, İslam nizamının hâkim olmasıdır. Eğer kâfirler ve müşrikler yeryüzünde Allah’ın dininin yaşanmasını engellemiyorlarsa küfrün zararı ancak kendilerinedir. Ancak buna engel olunursa kendileriyle savaşılır. Bu üçüncü kuramı benimseyenler kendi arasında ikiye ayrılmaktadır: Bazıları tüm boyutlarıyla mücadeleyi benimserlerken, bazıları da savaşın hayatın kaçınılmaz gerçekliği olduğunu ifade etmişlerdir.

2. Dönem: Seyf Âyeti ve Nesh Meselesi

İslam tarihinde cihadın en çok tartışıldığı ikinci dönem, Moğol İstilaları ve Haçlı Seferleri sonrasında olmuştur. Burada iki büyük gelişme yaşanmıştır. Birincisi, Haçlıların savaşlarına nispet ettiği kutsiyet, Müslümanlar tarafından kendi savaşlarına da atfedilmiş, cihad, âdeta mukaddes bir savaşa indirgenmiştir. İkincisi ise bâtıl olarak görülen İslam mezhepleriyle savaşmak da cihadın tanımına girmiş, kavramın harp mânâsındaki kapsamında genişleme meydana gelmiştir. Bu dönemde İbn Kesîr’le birlikte, daha önce bazı fakihler tarafından dile getirilen Seyf Âyeti’nin diğer âyetleri neshi meselesi, ana gündem maddesi hâline gelmiştir.

Gelenek içerisinde Tevbe suresi beşinci âyete Seyf Âyeti adı verilmiş, bu âyetin İslam’ın barış, adalet, sözleşme, ötekine saygı, özgürlük, af, müsamaha gibi temel ilkelerini ifade eden yüz yirmi dört âyeti neshettiği iddia edilmiştir. Âyet şöyledir:

فَاِذَا‭ ‬انْسَلَخَ‭ ‬الْاَشْهُرُ‭ ‬الْحُرُمُ‭ ‬فَاقْتُلُوا‭ ‬الْمُشْرِكِينَ‭ ‬حَيْثُ‭ ‬وَجَدْتُمُوهُمْ‭ ‬وَخُذُوهُمْ‭ ‬وَاحْصُرُوهُمْ‭ ‬وَاقْعُدُوا‭ ‬لَهُمْ‭ ‬كُلَّ‭ ‬مَرْصَدٍۚ‭ ‬فَاِنْ‭ ‬تَابُوا‭ ‬وَاَقَامُوا‭ ‬الصَّلٰوةَ‭ ‬وَاٰتَوُا‭ ‬الزَّكٰوةَ‭ ‬فَخَلُّوا‭ ‬سَبِيلَهُمْۜ‭ ‬اِنَّ‭ ‬اللّٰهَ‭ ‬غَفُورٌ‭ ‬رَحِيم

“Haram aylar çıkınca Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”11 Hâlbuki Kur’ân–ı Kerîm’de seyf kelimesi geçmediği gibi bu âyete Seyf Âyeti denmesinin de bir temeli yoktur. Bu, sadece bir yorumdan ibarettir. Zira Seyf Âyeti olarak isimlendirilen ve üzerinde ittifak edilen bir âyet de mevcut değildir. Gelenekte Tevbe suresindeki beş ayrı âyete (5, 29, 36, 41, 73. âyetler) Seyf Âyeti adı verilmiştir. Bu âyetlere Seyf Âyeti denilmesi, sahabe–tabiin arasında söz konusu değildir. İbn Kesîr gibi müfessirlerin kendilerine dayanak olarak zikrettiği rivayetler ise Taberî dahil olmak üzere pek çok müfessir tarafından reddedilmiş, müttefekun aleyh olarak görülmemiştir. Nitekim Taberî’ye göre müşrikleri her halükârda katletmenin vacip olduğu hükmü kesinlikle sahih değildir. Gerçekten de neshedildiği düşünülen pek çok âyet yakından incelendiğinde neshin söz konusu olmadığı, bilakis tahsis ve takyidin vuku bulduğu söylenebilir. Bu meyanda Süyûtî de, Seyf Âyeti’nin diğer âyetleri neshettiği iddiasına karşı çıkmıştır.12

Aslında tüm bu tartışmalar, yine cihadın illetiyle ilgilidir. Nitekim cihadın illetini küfür ve şirkin bizatihi varlığı olarak değerlendiren fakihler, savaş eksenli teorilerini neshle izah ederken; cihadın illetini zulüm, haksızlık, tecavüz olarak değerlendirenler ise neshi kabul etmemişlerdir.

Oysa Kur’ân–ı Kerîm’de hiçbir konuda olmadığı kadar cihad ve kıtal âyetlerinde cihadın illeti tartışmaya mahal bırakmayacak kadar açıkça zikredilmiştir. Âyetlerde sarih nass olarak ifade edilen cihadın bazı illetlerini şu şekilde sıralamak mümkündür: Yeryüzünün ifsadı,13 zulme uğramak,14 mazlumu korumak,15 saldırıyı önlemek,16 fitneyi ortadan kaldırmak,17 Allah’ın sözünü yüceltmek,18 dinin sadece Allah’a ait olduğunu sağlamak,19 barış antlaşmalarını bozmak,20 düşmanla iş birliği yapmak21 ve inançları sebebiyle baskıya uğrayanların yardım talebi.22

İlgili her âyetin nüzul sebebi, Hz. Peygamber dönemindeki savaşlar, gerek müşriklerle gerekse ehlikitapla yaptığı sözleşmeler, birlikte bir bütün olarak değerlendirildiğinde, söz konusu illet daha da açık ortaya çıkmaktadır. Kur’ân–ı Kerîm’in diğer din mensuplarıyla ilişkilerine dair âyetlere de makâsıdî usul çerçevesinde bir bütünlük içinde bakıldığında, cihadın illetini herhangi bir şüpheye mahal bırakmayacak açıklıkta ortaya koyan âyetlere rağmen bazı fakihlerimizin cihadın illetini düşmanlık, saldırı, zulüm, haksızlık gibi kavramlar yerine bizzat küfrün ve şirkin varlığını kabul ederek bir âyete Seyf Âyeti adını verip diğer âyetleri mensuh addetmelerini anlamak güç olsa da onların cihadın sebebi veya illeti olarak gördükleri küfrü veya şirki, bireysel küfür veya şirk olarak değil de küfrün ve şirkin örgütlü bir şekilde devletin varlığı ve İslam dünyasını tehdit eder hâle gelmesi olarak anlamak mümkündür.

Kâfiri veya müşriki yok etmek, haddi zatında Şâri’in gözettiği bir maksat değildir. Ayrıca küfür, savaşın tek sebebi olsaydı; kadınların, yaşlıların, çocukların savaşta öldürülmesi istisnai bir hüküm olarak ifade edilmezdi. Kıtal âyetleri için Hz. Peygamber’in getirdiği savaş ahlâkı ve savaş hukukuna yönelik getirdiği istisnalar, çocukların, kadınların, yaşlıların, rahiplerin, gayri muharip unsurların dışarıda tutulması, bu âyetlerin doğru anlaşılması için de önem arz etmektedir.

Nitekim mensuh olduğu iddia edilen âyetler; dinin ruhunu, adaleti, insafı, güzel muameleyi ve barış içerisinde birlikte yaşama gibi en yüce değerleri ihtiva etmektedir. Bu gibi muhkem hükümleri kaldırıp yerine öldürme ve şiddeti koymak mümkün değildir. Bunun yanı sıra Seyf Âyeti’nin kendine özgü bir konumu, bağlamı ve sınırları bulunmaktadır. Zira âyet, Müslümanlara düşmanlık eden ve savaş açan Mekke halkına yönelik nazil olmuştur. Âyetin bağlamını göz ardı ederek tüm zaman ve mekânlara teşmil etmek mümkün değildir. Nitekim bu âyeti kullanarak gerek Müslümanları tekfir edip hedef hâline getiren gerek gayrimüslimleri ve iman etmeyenleri öldürmenin caiz olduğunu savunan anlayış, daha ziyade marjinal fırkaların benimsediği bir görüş olarak kalmıştır.

3. Dönem: Usulsüz Cihad Anlayışları

Üçüncü dönem ise modern dönemde on sekizinci asırda başlayan İslam coğrafyasına yönelik işgal ve sömürge hareketleriyle başlamıştır. Kısmen sömürge hareketlerinin de etkisiyle cihad, işgalden ve sömürgeden kurtuluş savaşlarının en büyük aracı ve gayesine dönüşmüştür. Bilhassa Mevdudi, Seyyid Kutub, Said Havva gibi cihad teorisyenleri İslam coğrafyasının maruz kaldığı saldırıları dikkate alarak yeni bir anlayış geliştirmişler, “Allah’ın hâkimiyeti” mefkuresini ortaya atmışlardır. Öte yandan bir taraftan sömürge güçleri cihadsız bir İslam mühendisliği üzerinde çalışırken, diğer taraftan klasik oryantalizm, İslam’ın yeryüzüne kılıçla yayıldığı yaftasını ispatlamak için bu kavramı usulsüzce izah etmeye çalışmışlardır.

On dokuzuncu asrın sonlarında Hint Alt Kıtası’nın sömürgeleştirilmesine karşı Müslümanların özgürlük ve bağımsızlık için cihad mefkuresine sarılması, Kâdiyânîlik isminde yeni bir dinî akımın ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. Gulam Ahmed Kâdiyânî her ne hikmetse kendisine gelen ilk sözde âyetin cihadı iptal eden âyet olduğunu söylemiştir. Buna göre “Allah cihadı tedrici olarak kaldırmıştır. Hz. Musa döneminde çocuklar ve kadınlar da öldürülebiliyordu. Hz. Muhammed[s.a.v.] döneminde çocuklar, kadınlar ve ihtiyarları öldürmek kaldırıldı. Bu dönemde ben de cihadı tamamen kaldırdım” demiştir.23

4. Dönem: Cihad Kavramının İstismarı

Dördüncü dönem, vekalet savaşlarının doğurduğu el–Kaide, DAİŞ, Şebab ve Boko Haram gibi terör örgütlerinin cihadı istismar ettiği zaman dilimine rastlamaktadır. Bilhassa bu (son) dönemde ehl–i sünnetin egemen cihad anlayışından farklı olarak inhiraf etmiş İslâmî gruplarla da savaşın meşru olup olmadığı tartışılmıştır. Bu gibi grupların İslam’ın hukuk ve ahlâk anlayışının dışına çıkarak hunharca işledikleri cinayetleri cihad olarak isimlendirmesi, onu ideolojik bir kavrama dönüştürmüş, cihadın ahlâkî ve hukukî meşruiyetini evrensel ölçekte sorgulanır hâle getirmiştir. Söz konusu örgütlerin sadece gayrimüslimlere karşı değil; kendileri gibi düşünmeyen tüm âleme savaş ilan etmesi, işi daha da zorlaştırmıştır.

Bu problemin temelinde şüphesiz, modern zamanlarda cihadın kamusal bir ibadet (farz–ı kifaye) olmaktan çıkarılıp bireysel bir ibadete dönüştürülmesi yatmaktadır. Elbette bir Müslüman, bireysel olarak cihad görevini hakkıyla yapmakla mükelleftir ancak bu kimse bir kişiye, topluma ya da devlete cihad yani savaş ilan etme, ateşkes yapma veya barış antlaşması imzalama yetkisine sahip değildir. Bu kamusal niteliğinden dolayı cihad ibadeti, namaz, oruç, zekât, hac gibi İslam’ın temel ibadetleriyle birlikte zikredilmesine rağmen hiçbir mezhepte bireysel yükümlülükleri ifade eden İslam’ın ya da imanın şartları arasında sayılmaz.

Sonuç ve Değerlendirme

Cihad Fıkhı Açısından Gazze’ye Dair Yükümlülüklerimiz

Kuşkusuz, İslam’ın doğru anlaşılması ve anlatılması için ortaya konulan her türlü çaba ve gayreti, cihad olarak yorumlamak mümkündür. Ancak cihadı, gerçek ve derin anlamını kavramamıza engel olacak şekilde kendi kavramsal bütünlüğünden yani Kur’an, Sünnet, sîret ve makâsıdî bütünlükten kopararak, ilgili nasları bağlamlarından çıkararak anlamak ne kadar sorunlu ise Seyf Âyeti üzerinden geliştirilen nesh teorisiyle barış, adalet, sözleşme, ötekine saygı, özgürlük, af, müsamaha gibi İslam’ın temel ilkelerinin mensuh olduğunu iddia etmek de bir o kadar problemlidir. Cihadın esas anlamını unutturacak hatta değiştirecek derecede abartarak cihadı sadece kıtale veya savaşa indirgemek ne kadar yanlış ise cihadı kıtal ve savaştan azat ederek kültürel bir faaliyete indirgemek de bir o kadar hatalıdır. Başka bir ifadeyle; düşmanla savaş şeklindeki cihadın, zayıf bir rivayete dayanılarak küçük cihad diye değersizleştirilmesi ne kadar yanlış ise nefisle cihadın büyük cihad diye yüceltilmesi ve esas cihad diye takdim edilmesi de bir o kadar yanlıştır. Kaldı ki söz konusu hadisin Tebük Seferi’nden sonra varit olduğu söylenmiştir. Hâlbuki Tebük Seferi’ne katılmayan yani küçük olduğu iddia edilen cihada iştirak etmeyen üç kişiye Kur’ân–ı Kerîm’in ifadesiyle, dünyanın nasıl dar edildiğini unutmamak gerekir.24

Fıkıh, tefsir, hadis literatürünü bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, cihad, dört ana başlık etrafında on dört mertebede ele alınmıştır. Bunlar sırasıyla nefisle cihad, şeytanla cihad, saldırgan kafir düşmanlarla cihad ve münafıklarla cihaddır. Nefisle cihadın dört mertebesi vardır: İlim öğrenmek, sâlih amel işlemek, insanları Hakk’a davet etmek ve Hak yolunda direnip sabretmek. Şeytanla cihadın iki mertebesi vardır: Bizi esir alan arzu–şehvetlerle savaşmak ve bizi kuşatan şüphelerle mücadele etmek. Saldırgan küffarla cihadın ise dört mertebesi vardır: Dille cihad, malla cihad, kalple cihad, güçle yani silahla cihad. Silahlı cihad ikiye ayrılır: Savunma cihadı, taarruz cihadı. Münafıklarla cihadın da dört mertebesi vardır: Kalple cihad, dille cihad, malla cihad, elle cihad yani müdahale ederek değiştirmek.

Bu tanımlar çerçevesinde Gazze’de, Filistin’de işlenenlere baktığımızda İslam düşüncesinde vücûd bulan cihad fıkhının gerekliliklerini, yükümlülüklerini beş açıdan ele alabiliriz: İşgalci güçler açısından, Gazzeliler bakımından, Müslüman ülkeler yönünden, İslam ümmeti ve insanlık âlemi cihetinden. Bu tasnif üzerinden şu değerlendirmeleri yapmak gerekir:

1.

Öncelikle altını çizerek ifade etmek gerekir ki hangi din, hangi kültür, hangi medeniyet, hangi hukuk sistemi açısından ele alırsak alalım insanlığın din, ahlâk, hukuk ve medeniyet müktesebatını dikkate aldığımızda, işgalci İsrail ve destekçisi küresel güçlerin Gazze’de yaptıkları bir savaş değil; tüm insanlığa karşı işlenmiş bir cinayettir, bir soykırımdır, tabiata karşı açılmış bir savaştır, Kur’ân–ı Kerîm’in ifadesiyle yeryüzünü ifsattır.25 Zira kadim bir milletin topraklarını işgal etmeye, mabetlerdeki ibadeti, hastanelerdeki şifayı, yetimhanelerdeki şefkati bombalamaya, çocuk, kadın, ihtiyar demeden öldürmeye, kısacası can taşıyan her şeyi hedef almaya ve taş üstünde taş bırakmamaya savaş denemeyeceği gibi öldüremediklerini havadan, karadan, denizden abluka altına alarak dünyadan, hayattan tecrit edip açlığa, susuzluğa mahkûm etmeye, hastalıklara maruz bırakmaya, insânî yardımlardan dahi mahrum etmeye de savaş denemez.

2.

Gazzeliler ve Filistinliler açısından baktığımızda, gösterdikleri mukavemet, insanlık tarihinin en meşru cihadıdır. 45 kilometrelik sahil şeridindeki vatanlarını müdafaa etmek, tünellere hapsedilerek karartılan hayatlarını yeniden aydınlığa kavuşturmak; şüphesiz, onların en büyük hakkıdır. Vahşetin zincirleri altına alınmak istenen bağımsızlıklarını korumak, çiğnenen izzetlerini, ayaklar altına alınan onurlarını muhafaza etmek, kadınlarına namahrem eli değmemesini sağlamak, hayat hakkı tanınmayan çocuklarına nefes aldırabilmek uğruna canla başla mücadele etmek en büyük cihattır.

3.

Cihad, fıkhı açısından Müslüman dünyaya düşen vazifelere gelince, bunu ülkeler, devletler, hükûmetler açısından ikiye ayırmak gerekir: Komşu ülkeler ve uzak ülkeler. “el–akrab fe’l–akrab” ilkesi gereği Filistin’e sınır komşu ülkelere, devlet ve hükûmetlere düşen vazifeler, bir taraftan dünyanın taşıdığı insânî yardımları Gazzelilere ulaştırmak, diğer taraftan da zulüm, düşmanlık ve tecavüzü durdurmaktır. Aslında cihad fıkhına göre Müslüman bir şehrin sakinleri kendi vatanlarını savunmakta acze (mustazaf) düştüklerinde cihadın farziyeti yine bu ilke gereği en yakın İslam ülkelerine düşer. Ancak günümüzde cari olan ulus devlet yapısı gereği bu mümkün olamayacağından bu taarruzu durdurmak için elinden gelen tüm çabayı göstermek ve insânî yardımın gereklerini yerine getirmek de diğer İslam ülke, devlet ve hükûmetlerine düşen görevlerdir. Kadın erkek ümmetin her bir ferdine düşen görev ise cihadın diğer çeşitleridir yani malla, dille, kalple mücahede etmektir. Tüm kınamayı ve sorumluluğu hükûmetlere yükleyip zamanımızı ihanetlere sızlanarak, hainlere lanet okuyarak geçirmek yerine Allah’a karşı başkasına yükleyemeyeceğimiz sorumluluğumuzun bilincinde olarak sahip olduğumuz imkânlar ölçüsünde maddî, manevî, fizikî, bilimsel, ahlâkî vb. her türlü katkıyı sunmaktır.

4.

Ümmete düşen vazife ise şahit ümmet olmanın gereğini yerine getirmektir. Kur’ân–ı Kerîm, biz müminlere verilmiş bu görevi şöyle hatırlatır:

وَكَذٰلِكَ‭ ‬جَعَلْنَاكُمْ‭ ‬اُمَّةً‭ ‬وَسَطاً‭ ‬لِتَكُونُوا‭ ‬شُهَدَٓاءَ‭ ‬عَلَى‭ ‬النَّاسِ

“Biz sizi âdil bir ümmet kıldık ki, insanlığa şahit olasınız.”26 Şahit olabilmek için âdil olmak gerekir. Bizler, zalimlerin zulmünün hem dünyada hem de Mahkeme–i Kübra’da şahitleriyiz. Fakat aynı zamanda, zulme ses çıkarmayanların da şahidiyiz; zulme destek olanların da… Şehadet görevi, asla bir acziyet göstermek değildir. Bu cürümlerin, âdeta suçüstü şahitleri gibi şahitli olduğunun beyanıdır. Hakk’ın ve hakikatin, aslına, esasına ve kıstasına dair bir hatırlatmadır. Öyleyse şahitlerle tespit edilmiş bir zulüm asla ve kata zalimin yanına kalmayacaktır. Bizler, sevinçlerin de hüzünlerin de vakur taşıyıcıları olmaya hep devam edecek ve ânın hükmüne uygun tavrı ve mücadeleyi mutlak surette göstereceğiz. Biz Müslümanlar olarak şahidiz, hangi din ve düşünceden olursa olsun insanlıktan da kendi onuruna yakışır bir şekilde şahitlik bekliyoruz.

5.

Son olarak tüm insanlığa düşen vazifeler vardır. Zira insanlığa karşı işlenen bu cinayetin mağdurları dışındaki muhatapları ise tüm dünya milletlerinden ve tüm inançlardan insanlık onuruna sahip olan herkestir. Tüm dünya kamuoyunun, yaşananlarda ahlâkî sorumluluğu vardır. Bugün izzet sahibi olmak isteyen her insan, kendinde insanlık onuru gören, adaleti şu ya da bu ölçüde savunan, hiç değilse sözünü eden tüm herkesin, özellikle de hükûmetlerin, uluslararası adalet ve hukuk mekanizmalarının, insan hakları örgütlerinin, hukukçuların, baroların, mahkemelerin, ulusal ve yerel meclislerin insanlığa karşı işlenen bu suçlara karşı, kendi onur ve haysiyetlerini korumak adına derhal harekete geçmeleri gerekmektedir. Zira bir tarafta sayılara döktüğümüz, binlerce insan kaybederken diğer tarafta tüm beşeriyetin özü olan insanlık cevherini yitirdiğimiz bu zor zamanda insandan ziyade insanlığını yitirmek çok daha büyük bir ziyandır, telafisi mümkün olmayan bir hüsrandır

 

 

1  İbn Kesîr, el–Bidâye ve’n–Nihâye, Dârü İhyâi’t–Türâsi’l–Arabiyye, 1988, VII. 46.

2  Nüzul sırasına göre cihad kavramının ilk defa geçtiği Furkân suresinde

فَلَا‭ ‬تُطِعِ‭ ‬الْكَافِرِينَ‭ ‬وَجَاهِدْهُمْ‭ ‬بِهِ‭ ‬جِهَادًا‭ ‬كَبِيرًا

“Kâfirlere itaat etme, onlarla Kur’an’la büyük cihad et” (25/Furkân, 52) âyetinde büyük cihadın en büyük aracı olarak Kur’an ifade edilmiştir. Cihad, burada Kur’an’ın ortaya koyduğu hüccet ve burhandır. Dahası cihad, Kur’an’ı hakkıyla tebliğdir. Cihadın geçtiği ikinci sure, Ankebût suresidir:

وَالَّذِينَ‭ ‬جَاهَدُوا‭ ‬فِينَا‭ ‬لَنَهْدِيَنَّهُمْ‭ ‬سُبُلَنَا
وَإِنَّ‭ ‬اللَّهَ‭ ‬لَمَعَ‭ ‬الْمُحْسِنِينَ‭ ‬

“Uğrumuzda cihad edenleri biz yollarımıza hidayet ederiz. Allah mutlaka muhsinlerle beraberdir” (29/Ankebût, 69). Bu âyette bizi hidayet yollarına götürecek cihadın harp ve kıtal mânâsındaki cihad değil, geniş anlamda cihad olduğu açıkça ifade edilmekte ve âyetin sonunda cihad ihsan ile birleştirilmektedir. Ankebût suresinin bir başka âyetinde ise

وَمَنْ‭ ‬جَاهَدَ‭ ‬فَإِنَّمَا‭ ‬يُجَاهِدُ‭ ‬لِنَفْسِهِ‭ ‬

“Her kim cihad ederse nefsi için cihad eder” (29/Ankebût, 6) denilmiştir. Burada da cihad; ahlâk, hidayet ve ihsanla ilişkilendirilmiştir.

3  Savaşa izin veren ilk âyet, hem savaşın nefsi müdafaa için olduğunu bildirmiş hem de meşruiyet sınırlarını net olarak çizmiştir.

اُذِنَ‭ ‬لِلَّذِينَ‭ ‬يُقَاتَلُونَ‭ ‬بِاَنَّهُمْ‭ ‬ظُلِمُواۜ
وَاِنَّ‭ ‬اللّٰهَ‭ ‬عَلٰى‭ ‬نَصْرِهِمْ‭ ‬لَقَدِيرٌۙ‭ ‬

“Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle savaşmak için izin verildi” (22/Hac, 39). Devamındaki âyette ise cihad, sırf “Rabbim Allah’tır.” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmalarına bağlanmış ve cihadın tarih boyunca diğer peygamberlere gönderilen dinlerdeki evrensel gayesine de işaret edilmiştir.

اَلَّذِينَ‭ ‬اُخْرِجُوا‭ ‬مِنْ‭ ‬دِيَارِهِمْ‭ ‬بِغَيْرِ‭ ‬حَقٍّ‭ ‬اِلَّٓا‭ ‬اَنْ‭ ‬يَقُولُوا‭ ‬رَبُّنَا‭ ‬اللّٰهُۜ‭ ‬وَلَوْلَا‭ ‬دَفْعُ‭ ‬اللّٰهِ‭ ‬النَّاسَ‭ ‬بَعْضَهُمْ‭ ‬بِبَعْضٍ
لَهُدِّمَتْ‭ ‬صَوَامِعُ‭ ‬وَبِيَعٌ‭ ‬وَصَلَوَاتٌ‭ ‬وَمَسَاجِدُ‭ ‬يُذْكَرُ‭ ‬فِيهَا‭ ‬اسْمُ‭ ‬اللّٰهِ‭ ‬كَثِيرًاۜ

“Onlar, sırf, ‘Rabbimiz Allah’tır.’ demelerinden dolayı haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çok anılan mânâstırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir edilirdi” (22/Hac, 40).

Mekkelilerin fiilî saldırılarına karşı kıtalin Müslümanlara farz kılınması ise şöyle ifade edilmiştir:

كُتِبَ‭ ‬عَلَيْكُمُ‭ ‬الْقِتَالُ‭ ‬وَهُوَ‭ ‬كُرْهٌ‭ ‬لَكُمْۚ‭ ‬وَعَسٰٓى
اَنْ‭ ‬تَكْرَهُوا‭ ‬شَيْـٔاً‭ ‬وَهُوَ‭ ‬خَيْرٌ‭ ‬لَكُمْۚ‭ ‬وَعَسٰٓى‭ ‬اَنْ‭ ‬تُحِبُّوا‭ ‬شَيْـٔاً
وَهُوَ‭ ‬شَرٌّ‭ ‬لَكُمْؕ‭ ‬وَاللّٰهُ‭ ‬يَعْلَمُ‭ ‬وَاَنْتُمْ‭ ‬لَا‭ ‬تَعْلَمُونَ‭ ‬

“Size nahoş gelse de savaş size farz kılındı. Nice hoşlanmadığınız şeyler vardır ki o, sizin için hayırdır; nice hoşlandığınız şeyler de vardır ki o, sizin için şerdir. Yalnız Allah bilir, siz bilmezsiniz” (2/Bakara, 216). Bir başka âyette ise

وَقَاتِلُوا‭ ‬فِي‭ ‬سَبِيلِ‭ ‬اللّٰهِ‭ ‬الَّذِينَ‭ ‬يُقَاتِلُونَكُمْ‭ ‬وَلَا‭ ‬تَعْتَدُواۜ

“Size savaşanlara karşı siz de Allah yolunda savaşın. Sakın aşırı gitmeyin” (2/Bakara, 190) buyurulmuştur.

Şu âyette ise savaşın meşruiyeti, fitnenin varlığına ve bunun ortadan kaldırılarak dinin tümüyle Allah’a ait olmasına bağlanmıştır:

وَقَاتِلُوهُمْ‭ ‬حَتَّى‭ ‬لاَ‭ ‬تَكُونَ‭ ‬فِتْنَةٌ‭ ‬وَيَكُونَ
الدِّينُ‭ ‬كُلُّهُ‭ ‬لِلّٰهِۚ‭ ‬فَإِنِ‭ ‬انْتَهَوْا‭ ‬فَإِنَّ‭ ‬اللّٰهَ‭ ‬بِمَا‭ ‬يَعْمَلُونَ‭ ‬بَصِيرٌ

“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür” (8/Enfâl, 39). Aynı minvaldeki bir başka âyette ise bir önceki iki sebeple beraber düşmanlığın sadece zalimlere karşı olduğu açıkça zikredilmiştir:

وَقَاتِلُوهُمْ‭ ‬حَتّٰى‭ ‬لَا‭ ‬تَكُونَ‭ ‬فِتْنَةٌ‭ ‬وَيَكُونَ‭ ‬الدِّينُ‭ ‬لِلّٰهِۜ‭ ‬فَاِنِ‭ ‬انْتَهَوْا‭ ‬فَلَا‭ ‬عُدْوَانَ‭ ‬اِلَّا‭ ‬عَلَى‭ ‬الظَّالِمِينَ‭ ‬

“Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın fakat vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur” (2/Bakara, 193). Burada şunu ifade etmek gerekir ki; cihadın illeti konusunda her fakih, fitne kavramını kendi belirlediği uluslararası ilişkiler kuramı açısından ele almıştır. Cihadın illetini küfür olarak görenler, fitneye küfür anlamı yüklerken; illeti küfür olarak görmeyenler ise ona düşmanlık, baskı, zulüm vb. mânâlar vermişlerdir. Aslında her iki âyetteki fitne ifadesi kâfirlerin İslam’ın risaletine karşı tutumlarına dairdir. Bunun iki mânâsı vardır: Biri, kâfirlerin İslam beldelerine karşı düşmanca bir tutum içerisine girmeleridir. Burada nefsi müdafaa vaciptir. Diğeri ise kâfirlerin Müslümanlara karşı muharebe etmek için hazırlık yapmalarıdır. Bu durumda da Müslümanların bir hazırlık içerisinde olmaları gereklidir. Yoksa âyetten küfür yok oluncaya ve kâfir kalmayıncaya kadar savaşın mânâsını çıkarmak mümkün değildir.

Kadim geleneğimizde Seyf Ayeti olarak isimlendirilen âyeti de aynı çerçevede değerlendirmek gerekir.

فَاِذَا‭ ‬انْسَلَخَ‭ ‬الْاَشْهُرُ‭ ‬الْحُرُمُ‭ ‬فَاقْتُلُوا‭ ‬الْمُشْرِكِينَ‭ ‬حَيْثُ‭ ‬وَجَدْتُمُوهُمْ‭ ‬وَخُذُوهُمْ‭ ‬وَاحْصُرُوهُمْ‭ ‬وَاقْعُدُوا‭ ‬لَهُمْ‭ ‬كُلَّ‭ ‬مَرْصَدٍۚ‭ ‬فَاِنْ‭ ‬تَابُوا‭ ‬وَاَقَامُوا‭ ‬الصَّلٰوةَ‭ ‬وَاٰتَوُا‭ ‬الزَّكٰوةَ‭ ‬فَخَلُّوا‭ ‬سَبِيلَهُمْۜ‭ ‬اِنَّ‭ ‬اللّٰهَ‭ ‬غَفُورٌ‭ ‬رَحِيم

“(Kan dökülmesi) Haram olan aylar çıkınca Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir”(9/Tevbe, 5). Bu âyetin geniş değerlendirmesi ileride yapılacağından burada işaret etmekle yetinilmiştir.

4  Bazı hadislerde cihad, nefsi terbiye etmek, dini başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, Müslüman olmayanlarla savaşmak vb. anlamlarda da kullanılmıştır. Hz. Peygamber bir hadisinde cihadı dinin zirvesi olarak tarif etmiştir:

رأْس‭ ‬الأمر‭ ‬الإسلام‭ ‬وعموده‭ ‬الصلاة‭ ‬وذروة‭ ‬سنامه‭ ‬الجهاد‭ ‬

“İşin başı İslam’dır, İslam’ın direği namazdır, en zirve noktası ise cihaddır” (İbn Hanbel, Müsned, V. 245). Bir başka hadisinde ise

المجاهد‭ ‬من‭ ‬جاهد‭ ‬نفسه‭ ‬في‭ ‬طاعة‭ ‬اللّه‭ ‬

“Mücahid, Allah’a itaatte nefsiyle cihad edendir” (Tirmizî, “Fedâilü’l–Cihâd”, 2) buyurmuştur. Muhatabın durumuna göre bazen anne babaya hizmet etmeyi, bazen de hac ibadetini yerine getirmeyi de cihadla birlikte zikretmiştir. Ayrıca

أفضل‭ ‬الجهاد‭ ‬كلمة‭ ‬عدل‭ ‬عند‭ ‬سلطان‭ ‬جائر‭ ‬

“En faziletli cihad zalim sultan karşısında hakkı söylemektir” (Tirmizî, “Fiten”, 13) buyurmuştur.

Hz. Peygamber’in[s.a.v.] cihadın tanımıyla ilgili yaptığı en önemli vurgu ise âyetlerde de geçen fi sebîlillah (2/Bakara, 218; 4/Nisâ, 74; 9/Tevbe, 20) vurgusuyla hadislerde zikrettiği îlâ–yı kelimetullah mefkuresidir.

Hz. Peygamber, Allah yolunda olmayan hiçbir savaşa, onun ismini yüceltmeyi gaye edinmeyen hiçbir muharebeye cihad denmeyeceğini bir soru vesilesiyle şöyle ifade etmiştir: Bir gün kendisine “yiğitlik için, hamiyet için, riya için savaşan kişilerden hangisinin Allah yolunda olduğu” sual edilince verdiği şu cevapla nokta koymuştur:

من‭ ‬قاتل‭ ‬لتكون‭ ‬كلمة‭ ‬الله‭ ‬هي‭ ‬العليا،‭ ‬فهو‭ ‬في‭ ‬سبيل‭ ‬الله

“Kim Allah’ın ismi yücelsin diye savaşırsa o, Allah yolundadır” (Buhârî, “Cihâd”, 15) Cihadın en büyük meşruiyeti olan fi sebîlillah ve îlâ–yı kelimetullah, Kur’an ve hadislerin belirlediği şekliyle yüce değerler uğruna olması ve o değerler için Kur’an’ın belirlediği hukuk–hudud ve ahlak içinde kalarak mücadele etmek ve her türlü cehd ü gayret göstermektir.

Hadis telifatında cihadın savaş anlamında kullanılan ve Seyf Âyetini benimseyenlerce âdeta Seyf Hadisi olarak telakki edilen en meşhur hadis şöyledir:

أُمرت‭ ‬أن‭ ‬أُقاتل‭ ‬الناس‭ ‬حتى‭ ‬يشهدوا‭ ‬أن‭ ‬لا‭ ‬إله‭ ‬إلا‭ ‬الله‭ ‬وأن‭ ‬محمدا‭ ‬رسول‭ ‬الله،‭ ‬ويُقيموا‭ ‬الصلاة،‭ ‬ويُؤتوا‭ ‬الزكاة،‭ ‬فإذا‭ ‬فعلوا‭ ‬ذلك‭ ‬عصموا‭ ‬مني‭ ‬دماءهم‭ ‬وأموالهم‭ ‬إلا‭ ‬بحق‭ ‬الإسلام،‭ ‬وحسابهم‭ ‬على‭ ‬الله‭ ‬تعالى

“Ben, Allah’tan başka ilah olmadığına ve ortağının bulunmadığına, Muhammed’in onun kulu ve peygamberi olduğuna şehadet edinceye, namazı kılıp zekâtı verinceye kadar insanlarla mücadele etmekle emrolundum. Kim bunları yerine getirirse haklı bir sebep olmadıkça (hukukun gerektirdiği dışında) canlarını, mallarını korumuş olur. Gizlediklerinin hesabı ise Allah’a kalacaktır” (İbn Hanbel, Müsned, V. 245. Buhârî “İmân”, 17). Ancak hadiste “ ” fiili değil “ ” fiili kullanılmıştır. Bilindiği üzere mukatele () iki taraflıdır. Yani kâfirler bizimle savaşırsa biz de onlarla savaşırız demektir, aksine kâfirleri öldürmekle emrolundum demek değildir. Hadisteki “ ” ifadesi ise ahd–i zihni gereği başta Mekkeliler olmak üzere İslam’a ve Müslümanlara düşmanlık yapan müşrikleri göstermektedir.

Hz. Peygamber[s.a.v.], yukarıdaki hadisleriyle cihadın farklı yönlerini ifade ettiği gibi aynı zamanda onun ahkâmını da bizzat hayatında tatbik etmiştir. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te, Hayber’de, Tebük’te, Mute’de ve diğer tüm savaşlarda, nihayet Mekke Fethi’nde belirlediği tümel/genel ilkelere sıkı sıkıya bağlı kalmıştır.

5  Geniş bilgi için bakınız: Ahmet Yücel, “Hz. Peygamber’in Cihad Anlayışı ve Kültüre Yansımaları (Cihad Hadisleri ve Değerlendirilmesi), İslam Kaynaklarında, Geleneğinde ve Günümüzde Cihad, kuramer, İstanbul: 2017.

6  Allah Resulü, ilk orduları gönderirken şöyle buyurmuştur:

انطلقوا‭ ‬باسم‭ ‬الله‭ ‬وبالله‭ ‬وعلى‭ ‬ملة‭ ‬رسول‭ ‬الله،‭ ‬ولا‭ ‬تقتلوا‭ ‬شيخا‭ ‬فانيا‭ ‬ولا‭ ‬طفلا‭ ‬ولا‭ ‬صغيرا‭ ‬ولا‭ ‬امرأة،‭ ‬ولا‭ ‬تغلوا،‭ ‬وأصلحوا‭ ‬وأحسنوا‭ ‬إن‭ ‬الله‭ ‬يحب‭ ‬المحسنين

“Allah’ın adıyla gidin ve Allah Resulü’nün dinine/sünnetine göre hareket edin. Hiçbir pirifaniyi öldürmeyin. Hiçbir çocuğu öldürmeyin. Hiçbir kadını öldürmeyin. Aşırı gitmeyin. Islah ve ihsandan yana olun. Zira Allah uhsinleri sever” (Ebû Dâvûd, “Kitâbu’l–Cihâd”, 90). Bir başka hadisinde ise savaşta dahi işkencenin her türlüsünü yasaklamıştır:

نهى‭ ‬النبي‭ ‬عن‭ ‬النهبى‭ ‬والمثلة‭ ‬اشد‭ ‬الناس‭ ‬عذابا‭ ‬يوم‭ ‬القيامة‭ ‬رجل‭ ‬قتل‭ ‬نبيا،‭ ‬وامام‭ ‬ضلالة،‭ ‬ومٌمَثِّلٌ‭ ‬من‭ ‬المُمَثِّلين

“Allah Resulü savaştan sonra yağmalamayı ve işkence etmeyi yasaklamıştır. Kıyamet günü azabı en çetin olanlar; peygamberi öldürenler, insanları dalalete sevk eden devlet adamları, insanlara işkence yapanlardır” (Buhârî, “Kitâbu’l–Mezâlim ve’l–Gasb” 30; İbn Hanbel, Müsned, VI. 413).

7  /Enfâl, 61.

8  8/Bakara, 208.

9  2/Nisâ, 94.

10  60/Mümtehine, 8.

11  9/Tevbe, 5.

12  Geniş bilgi için bakınız: el–Cihâd, Fâris el–Azzâvî, Mevsûatu Binâi’l–İslâmiyye, İstanbul: 2022.

13  5/Mâide, 33.

14  22/Hac, 39.

15  9/Tevbe, 6.

16  60/Mümtehine, 8–9.

17  2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39.

18  22/Hac, 40; 47/Muhammed, 7.

19  8/Enfâl, 39.

20  8/Enfâl, 56–58, 71–72; 9/Tevbe, 1, 2, 4, 7, 10, 13.

21  60/Mümtehine, 1.

22  4/Nisâ, 75; 8/Enfâl, 72.

23  Geniş bilgi için bakınız: el–Cihâd, Fâris el–Azzâvî, Mevsûatu Binâi’l–İslâmiyye, İstanbul: 2022.

24  9/Tevbe, 118–119.

25  2/Bakara, 205; 5/Mâide, 64.

26  2/Bakara, 143.

 




Makalenin devamını okumak için Abone Olun