Müslümanlar Yahudi Sorununu Nasıl Çözmeli?

Ahmet Ayhan Çitil

Ahmet Ayhan Çitil



Başlıktaki “Yahudi sorunu” ifadesi ile kastedilen, Nazi Almanya’sının bir soykırım uygulayarak “nihaî çözüme” kavuşturmaya çalıştığı soruna (Endlösung der Juedenfrage) değil, Karl Marx’ın Alman tarihçi ve ilahiyatçı Bruno Bauer’in 1843 tarihli Die Judenfrage başlıklı kitabına karşı bir polemik yürütmek üzere 1844’te kaleme aldığı ve Deutsch–Französische Jahrbücher dergisinde yayımladığı, “Zur Judenfrage” başlığını taşıyan yazıya atıfta bulunuyor. Marx, bu metninde Bauer’in kitabında öne sürdüğü, o devrin Yahudilerinin ancak dini bilinçlerinden ve kimliklerinden feragat ederek siyasî bakımdan özgürleşebilecekleri iddiasını eleştiriyor.

Marx’a göre seküler bir devlet düzeninde görünüşte din, belirleyici gibi görünmese de etkisini alttan alta sürdürebilir ve sürdürmektedir. Din, toplumun iliklerine işleyen pratik bir cihete sahiptir. Marx, Yahudiliğin özünün bu itibarla burjuva kapitalizmi ile özdeşleştiğini öne sürer:

“Nedir Yahudiliğin dünyasal temeli? Pratik gereksinim, özel çıkar. Nedir Yahudi’nin bu dünyalık dini ? Bezirganlık. Bu dünyalık tanrısı? Para”.1

Marx bu noktadan hareketle Bauer’in “Yahudilikten feragat ederek özgürleşme” fikrinin gerçek bir özgürleşmeye yol açmayacağı ve aslında insanlığın “kapitalistleşerek Yahudileşme” süreci içerisinde olduğu sonucuna varır. Bilindiği gibi bu düşünce çizgisi kendisini asıl özgürleşmenin bir üretim biçimi olarak kapitalizmin dönüşümü ve sosyalizmin galebe çalmasıyla gerçekleşebileceği fikrine, yani bir kapitalizm eleştirisine kadar getirir.

Marx bu yazısındaki görüşlerinden ötürü – bekleneceği üzere – Yahudi karşıtlığı ile itham edilmiştir. Bu eleştirilerde ciddi bir haklılık payı olabilir. Ama kendisinin savunduğu, insanlığın sosyalist bir düzen içerisinde, yabancılaşmaları aşarak, mutlu ve huzurlu bir yaşama kavuşacağı iddiasının, dünyevîleşme sürecini en son safhaya taşıdığını, bu itibarla da son derece “Yahudice” olduğunu da görmek gerekir. Bu bakımdan Marx’ın Yahudi sorununa getirdiği çözüm önerisi “bu dünyayı satın almanın kötü bir alışveriş olacağına inanan” Müslümanlar için geçerli bir çıkış yolu içermez.

7 Ekim 2023’te İzzeddin el–Kassam Tugaylarının gerçekleştirdiği Aksa Tufanı operasyonu ile görünür hale gelen Gazze vakasının önemli sonuçlarından birisi, özelde Müslümanları genelde de insanları mevcut toplumsal düzen içerisinde ne kadar “özgür” olabildiklerini sorgulamaya itmesi oldu. Hemen herkes reel politiğin ajandası, konfor arayışı veya geçim derdinin belirlediği bitmez tükenmez bir rutin içerisinde kısılıp kaldığını, hiçbir gerekçeyle kabul edilemeyecek âşikâr bir soykırıma seyirci olmaya zorlandığını fark etti. Bu yazıda Müslümanların “özgürlük” taleplerinin içerimlerini ele almayı ve böyle bir “özgürleşme” sürecinde bir sıçrama yapabilmelerini sağlayacak somut bir öneri geliştirmeyi amaçlıyoruz.

I.

Marx’ın yukarıda andığımız yazısında ifade ettiği biçimiyle dinin yaşanan toplumsal pratiklere sinmesi olgusu son derece önemli. İnsanlar dinlerin çok uzun sürelerle etkili oldukları toplumlarda –birileri ibadetler, ritüeller vb. dinî pratikleri yerine getirseler de getirmeseler de– sözü geçen dinlerin belirlenimleri altında yaşamaya başlıyorlar.

Nietzsche’nin “Tanrı öldü!” mottosu da böyle bir arka planda okunabilir. Yani Nietzsche’nin bu sözüyle kastı Hıristiyanlığın Tanrısına inanan kimsenin kalmaması, bu itibarla da Tanrı’nın bir inanç nesnesi olarak ortadan kalkması olarak değil, Hıristiyanlığın insanlığa –yararıyla, zararıyla– verebileceğini vermiş olması ve dolayısıyla toplumsal hayatta kurumsal olarak varlığını hissettirmesine artık gerek kalmaması biçiminde anlaşılabilir. Eğer Marx’ın “Yahudi Sorunu” başlıklı yazısındaki görüşlerine hak verirsek, benzer bir durumun Yahudilik için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Yahudilik de kapitalizmin özüyle bütünleşen bezirganca ruhuyla, kapitalizmin bedeniyle özdeşleşerek bizzat kapitalizm üzerinden insanlığa vereceğini vermiştir ve alacaklarını da almaya devam etmektedir.

Peki ya İslam için durum nasıldır? İslam, her ne kadar tüm değerleriyle Müslüman toplumların iliklerine kadar işlemiş olsa da insanlığa verebileceğini tam olarak vermiş midir? Başka bir deyişle insanlık –isterse birilerinin alnı secdeye varsın veya varmasın– İslam’ın getirdiği değer dünyasında “sudaki balık gibi suyu fark etmeden” yaşamakta mıdır? Bizim bu soruya cevabımız maalesef olumlu değil. Belki de İslam dünyasının huzursuzluğunun, kendisini çağdaş dünyanın uyumlu bir parçası gibi hissetmemesinin temel nedeni de bu.

Eğer bu düşünüş çizgisinde bir haklılık payı varsa burada karşımıza yeni bir soru çıkmaktadır: İslam insanlığa bugün –Hristiyanlığın veya Yahudiliğin verdiklerinden farklı olarak – ne verebilir? Bu soruya –İslam dininin zengin değer dünyası düşünüldüğünde– herkes farklı cevaplar verebilir. Biz Hristiyanlık ve Yahudilikle karşıtlığı içerisinde kurguladığımız şu cevabı öncelikli olarak öneriyoruz: çıkar veya hazdansa hayrı önceleyen ve hayrın tahakkukunun ertelenmesine tahammülü olmayan bir fert fikri. Bu fikrin bir yandan –İslam dininin – ister iman etmiş olsun ister olmasın tüm insanlara – kökensel vaadini ifade ettiğini, bir diğer yandan da Müslümanların ancak böyle bir fikrin bilfiil tahakkuk ettiği bir toplumda huzur bulabileceğini düşünüyoruz.

Lâkin kapitalist üretim düzeni tüm dünyaya hakimken; sermaye birikimi bu kadar belirleyiciyken; insanlığın nüfusu hızla artarken; herkes her şeyi tüketmeyi kendine hak görürken; kıt kaynakların verimli dağıtımının ancak piyasalarca sağlanabileceği düşünülürken; devletlerin, dev şirketlerin formel yapıları tüm işleri usulünce yürütmekteyken; (…) İslam’ın yukarıda andığımız bu vaadini böyle bir düzen içerisinde gerçekleştirebilmesi nasıl mümkün olabilir? Müslümanlar, kendileri olarak ve kendileri kalarak hem böyle bir dünyada var olup hem de onu nasıl hayra doğru sevk edebilirler? Bir başka deyişle Müslümanlar yukarıda sayılan kısıtlamalar altında inleyen insanlığı nasıl bir özgürlük tasavvuru esasında dönüştürebilirler?

Bu noktada yaşanan sorunun şu ya da bu ticarî markayı protesto etmekle çözülemeyecek kadar derin olduğu görülmelidir. İnsanlık mevcut kapitalist düzenin beraberinde getirdiği gelir dağılımı bozukluğu, işsizlik, yoksulluk gibi sorunlarla ve bu sorunların doğal bir sonucu olan çökmüş devletler, göç, ayrımcılık gibi dertlerle boğuşmakta; “hakikat sonrası” bir toplumda yaşadığımız zannıyla birlikte akılcı tartışma zemini yitirilmekte; insanlık ufukta akıllara ve gönüllere hitap edecek İslam’ın belirmediği yeni bir “karanlık çağa” giriyor gibi görünmektedir. Böyle bir çağın içine yuvarlanmaktan kaçınabilmek, hayrı üstün tutan bir perspektife sahip olanların yeniden fâil olabilmesini zorunlu kılmaktadır. Ancak burada karşımıza iki ayrı zorluk çıkmaktadır. Bunlardan ilki hayırlı olanın belirlenmesidir ki bu esas itibarıyla kelamî ve fıkhî bir sorundur. Bu yazı kapsamında tartışmanın bu tarafına girmeyeceğiz. İkinci zorluk, hayatın yoğun akışı içerisinde hayrın tahakkuku için gerekli eylemlere nasıl yer açılacağı, bu fiillerin nasıl kolaylaştırılacağıdır. Şimdi bu ikinci zorluğa ve nasıl halledilebileceğine yönelelim. 

Bilindiği gibi Marx’ın kapitalizm eleştirisinin temelinde, “değeri oluşturanın emek olduğu” saptaması bulunmaktadır. Bu böyle olmakla beraber sermaye sahipleri, emeğin ürettiği artı değeri temellük etmekte, emeğe hak ettiğinin altında bir karşılık ödemektedirler. Başka bir deyişle emek kendi ihtiyacının ötesinde bir artı değer üretmekte ancak bu artı değer üzerinde bir tasarrufta bulunma hakkı kendisine tanınmamaktadır. Söz konusu değerin nesnel ölçü birimi ise harcanan zaman olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla emek ve zaman kavramları iç içe geçmektedirler. Hayvanların dünyasında da bir hayvanın bir başka hayvan üzerinde despotça bir baskı kurması ve sahip olduğu kaynakları elinden alması söz konusu olsa bile insan dünyasındakine benzer bir emek sömürüsünden söz etmek mümkün değildir. Bunun temel nedeni insanın “akıl” adını alan melekesi vasıtasıyla zamanı nesne kılabilmesi ve bu haliyle zamanı değerin kaynağı olarak görmesidir.

Bir başka yazımızda ayrıntılarına girdiğimiz gibi, zamanın nesneleştirilmesi insanın cennetten yeryüzüne iniş sürecinin aslî bir safhası olarak okunabilir. İnsanların birbirlerine düşman olarak yeryüzüne inmelerinde ve insanlar arası sömürü ilişkilerinin yaşamın merkezine yerleşmesinde zaman dahil her şeyin nesne kılınışının belirleyici bir rolü bulunmaktadır.2 İnsan –esasında kerem sahibi tarafından kendisine sunulan– zaman dahil her şeyi nesne kılabilme yetkinliğine dayanarak yeryüzünde bir saltanat sahibi olacağını ummuş ve bir sınırı geçmiştir. İnsanın nesneleri küllîler üzerinden aynı türe ait kılarak bilebilmesi ise ilk başta zararsız gibi görünen bir talebi, “her insanın aynı şeylere sahip olabilmesi” talebini beraberinde getirmiştir. Bu talebin muhtelif nedenlerle yerküre üzerinde karşılanması imkânsız olduğundan, zamanla insanlar kendilerini başkalarıyla kıyaslamaya, nefret, kıskançlık, haset vb. olumsuz duyguların etkisi altına girmeye başlamışlar ve en nihayetinde herkesin diğerlerinin hasmı olduğu bir duruma evrilmişlerdir.

İnsanın bir nesneyi kendi karşısına koyabilmesi, bir ve aynı nesneye farklı cihetlerden bakılabilmesinin fark edilmesinin yolunu açmıştır. İnsanın başkasını fark edebilmesi, başkasının nazarını üzerinde hissedebilmesi ise ilk defa haya duygusunun taşıyıcısı haline gelmesine vesile olmuştur. Bu itibarla insanın takva sahibi olması, geçtiği sınırın gerisine çekilerek, kendi aczini tanıyarak belirli bir anlamıyla örtünmesi, yani çıplaklığının nedenini ortadan kaldırması olarak anlaşılabilir. Dolayısıyla bu dünyadayken takva sahibi olmak insanın nesnelerle ve bilhassa zamanla irtibatını dönüştürmesini gerektirmektedir. Bu arka planda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Gündelik yaşamlarında zamanla Yahudiliğin düşünüş biçimiyle uyumlu bir irtibat kuranların bu dünyada Müslüman olarak bulunmaları son derece müşküldür.

Öyleyse bu sorun nasıl çözülebilir? Müslümanlar nasıl bir özgürleşmenin, nasıl bir fâil oluşun peşine düşmelidirler? Bu noktada Müslümanlara (ve tüm insanlara) ilk bakışta sıra dışı ve hatta tuhaf gelebilecek bir önerimizi ifade etmek istiyoruz.

II.

Biz diyoruz ki…

… kapitalizmin bize kaçınılmazmış gibi sunduğu işsizlik belasına bir çözüm arıyorsak,

… birilerinin işsiz kalmasından dolayı kendilerinin ve ailelerinin yapısal şiddete maruz kalmalarına tahammül edemiyorsak,

… hayrı ertelemeyi bırakıp yaptığımız ile yapmamız gerekeni çakıştırmayı arzuluyorsak,

… sınır ve nesil aşan sorunlarla baş edebilmeyi istiyorsak,

… yabancılaşma ve ait hissetmeme sorunlarını aşmayı diliyorsak,

… yabancılaşma ve ait hissedememenin yol açtığı ayrımcı tutumların en aza inmesini bekliyorsak…

… hem iş hayatında hem hayır işlerine yönelen hayatımızda otantik bir biçimde bulunmanın peşindeysek,

… tek boyutlu bir yaşama ve tek bir sahneye hapsolmaktan kurtulmayı murat ediyorsak,

… sıradan bir insana, bir mekanizmanın dişlisi olmaktan çıkarıp bir fail olması için kendisine bir imkân tanımayı amaçlıyorsak,

(…)

* bir haftadaki gün sayısını sekize (8) çıkarmalıyız…

* yılı 8 günlük 45 haftaya bölmeliyiz…

* hafta sonu tatillerini tamamen ortadan kaldırmalıyız…

* yılın başı olarak hangi günü kabul ettiysek o günle başlayan 5 günü, dört yılda bir de 6 günü herkese tatil ilan etmeliyiz…

* millî ve dinî bayramları müşterek tatiller olarak korumalıyız…

* her bir haftayı dörderden iki kısma ayırmalıyız…

* haftanın günlerini bildiğimiz gibi – pazartesiden pazara – korumalıyız…

* mümkün olduğunca aynı altyapıyı (aynı sermaye arka planını kullanan) her işi dörder gün iki kişinin yapmasını sağlamalıyız…

* ilk dört gününde üniversite öğrencisi olan bir gencin ikinci dört gününde staj, çift anadal yapabilmesine veya ihtiyacı varsa çalışabilmesine fırsat tanımalıyız…

* dört gün belirli bir işi yapan bir kişiyi diğer dört gününde tamamen özgür bırakmalıyız; isterse kendisini geliştirmesinin; isterse gezip tozabilmesinin; isterse çocuklarına bakabilmesinin; ama asıl en önemlisi nerede hayır görüyorsa zamanını ona harcayabilmesinin önünü açmalıyız.

Birileri bize karşı çıkıp derlerse ki…

… haftadaki gün sayısı, yıldaki hafta sayısı evrenseldir ve tatil günleri değiştirilemez…

…biz de kendilerine deriz ki…

…böyle değildir. Aylardaki gün sayılarının bir kısmının Roma İmparatorları tarafından nasıl değiştirildiği herkesin malumudur. Kaldı ki bu takvim sistemi Pazartesi’den – Pazara uzanan günlere dokunmamaktadır, sadece Pazartesi başlayan bir iş haftasının Pazartesi bitmesini önermektedir. Ayrıca Müslümanlar için Cuma, Cumartesi veya Pazar zaten bir tatil günü değildir.

Birileri bize karşı çıkıp derlerse ki…

…genelde 5 gün çalışıp 2 gün dinlenen insanların ücretleri ile 4 gün çalışıp 4 gün çalışmayan insanların ücretleri arasında bir fark oluşur, insanlar gelirlerinin düşmesini kabul etmezler…

…biz de kendilerine deriz ki…

…hafta sonu tatillerinin kalkması ile üretilecek artı değer, insanların bir işe, tek boyuta hapsolmaktan kaynaklanan motivasyon düşüklüklerinin giderilmesinin getirdiği verim artışı, (…) gibi unsurlar dikkate alındığında itirazda sözü edilen fark çok büyük olamaz. Üstelik, önerilen sistemin beraberinde getireceği istihdam artışı ve belki de tam istihdam garantisi için insanlar belirli bir miktar gelir düşüşüne razı olabilirler.

Birileri bize karşı çıkıp derlerse ki…

… sistemin sürekli çalışıyor olması altyapıdaki yıpranmayı ve çevreye verilen zararları artırabilir…

…biz de kendilerine deriz ki…

… amortisman maliyetleri zaten ekonomik faaliyete dahildir. Türkiye gibi sermayenin emeği değerli kılacak kadar üst düzeyde birikmediği ülkelerde binalardan yollara, tezgahlardan beyinlere birikimin tatiller vesilesiyle kullanılmaması büyük bir israftır. Çevre sorunları ile mücadele ciddi bir emek ve aktivizm gerektirmektedir ki böyle bir gayret için gerekli iş gücü, kanaatimizce, ancak bu konularda hassas insanların ikinci dört günlerinden çıkarılabilir.

Birileri bize karşı çıkıp derlerse ki…

… bazı işler bazı insanların tüm yaşamlarını, tüm zamanlarını kaplamak durumundadır, aksi takdirde arzu edilen uzmanlık aşamasına ulaşamazlar…

…biz de kendilerine deriz ki…

… böyle işleri yapan kişilerin tek bir işi sekiz günlük bir zamana yayarak yapmalarında hiçbir engel yoktur.

Birileri bize karşı çıkıp burada öngörmediğimiz bir itiraz getirirse ona “bu olamaz” deyip nokta koymayalım, virgül koyup “ta ki” diyelim ve birlikte o itirazın nasıl aşılabileceğini düşünelim deriz.

Tüm bu itirazlar biz ne cevap vermiş olursak olalım tartışılmaya devam edebilir. Öte yandan dikkate alınması gereken ve esasa dair bir başka itiraz gündeme getirilebilir: Yazımızın ilk bölümünde ifade ettiklerimiz dikkate alındığında bu önerimizin kapitalizmle gayet uyumlu olabileceği ve dünyevîleşmenin yeni bir safhasına yol açacağı öne sürülebilir. Bu itiraz haklıdır ve böyle bir öneriyi ifade edildiği şekilde kullanmayı düşünen kişiler ve toplumlar olabilir.

Mesele Müslümanların önü böyle bir öneri sayesinde açılırsa onların ne yapacaklarıdır. Daha çok tüketim için değil, kendine sınır çekerek muhtaçlara el uzatabilmenin; başkalarıyla ilişkilerini husumet yoluyla değil yardım üzerinden kurabilmenin; yabancılaştıkları bir dünyada akıntıya kapılıp gitmektense tekrar en hayırlı ve insanlığa şahit bir ümmet olabilmenin yolunu bulup bulamayacaklarıdır. Bu itiraza karşı ifade edilmesi gereken bir başka husus da “1 hafta = 8 gün” önerisinin uygulamaya konmasının zamanla kapitalizmin ehlileştirildiği ve hatta aşıldığı bir evreye yol verebilme ihtimaldir.

Son olarak neden bu sistemi önerip bir başkasını önermediğimize ilişkin gerekçeler üzerinde durmak istiyoruz.

“1 hafta = 8 gün” önerisi köktenci bir öneridir çünkü ifade etmeye çalıştığımız gibi insanın zamanla ilişkisi toplumsallık adına en belirleyici değişkendir ve zaman insanın en kıymetli hazinesidir.

“1 hafta = 8 gün” önerisi uygulanabilir bir öneridir çünkü hayata geçebilmesi için kızıl, sarı, turuncu, … bir devrime ihtiyacı yoktur ve uygulanabilmesi için gerekli hukukî altyapı bir meclisin en fazla bir aylık çalışması ile yürürlüğe konabilir.

“1 hafta = 8 gün” önerisi ideolojik bakımdan nötr bir öneridir çünkü bu öneri kapitalist bir sistemde de sosyalist bir sistemde de aynı şekilde uygulanabilirdir.

“1 hafta = 8 gün” önerisi kültürler–üzeri bir öneridir çünkü mevcut değer sistemleri ile en baştan bir çatışmaya girmeyi öngörmez.

“1 hafta = 8 gün” önerisi ekonomik gelişim aşamalarından bağımsız bir öneridir çünkü en ileri kapitalist ülkelerde de gelişmekte olan ülkelerde de aynı şekilde uygulanabilir. Gelişmiş ülkelerde azaltılan çalışma saatleri, gelişmekte olan ülkelerde ise azalan işsizlik gibi cezbedici vaatlerde bulunabilir.

“1 hafta = 8 gün” önerisi umut verici bir öneridir çünkü etkisi uygulandığı anda başlar, hayırlı sonuçların ertelenmesini içermez.

Sonuç

Biz Müslümanlar bir Mehdi, Mesih vb. beklemiyoruz. Gaybî bir bilgi olduğu için kıyameti dahi beklemiyoruz. Bir zaman gelip gerçekleşeceğine inanıyoruz. Nebî[s.a.v.] gelmiştir, sünneti ümmetin zihnine ve hayatına sirayet etmiştir ve zaten hep bizimledir.

Fıkhî perspektiften bakıldığında hayırlı olanı belirlemekle ve onu gücümüz yettiğince “şimdi” gerçekleştirmekle mükellef olduğumuzu biliyoruz. Bu mükellefiyetin altından kalkabilmek için hayırlı olanı ve hayrın tahakkuku için gerekli vasıtaları düşünmek durumundayız.

Gazze vakası bize, böyle bir düşünme çabasına girişmek için, kendimizle uyumlu mânâda özgürleşebilmek için, her türlü zulme hayır diyebilmek için ve tekrardan ferdiyetimizi koruduğumuz bir “biz” olabilmemiz için büyük bir fırsat sunuyor.

Allah bize bu fırsatı değerlendirmeyi nasip etsin. Bize bu ilhamları veren Gazzeli mücahitlerin cihatları ve şehadetleri kutlu olsun.

 

 

1  Karl Marx, Yahudi Sorunu, Sol Yayınları, 1997, s. 44.

2  Ahmet Ayhan Çitil, “Cennetten Yeryüzüne İnme Ayetleri İtibarıyla Ahlâk Tecrübesinin Kuruluşu”. Ahlâkın Temeli içerisinde, ed. Ömer Türker, İLEM Kitaplığı, Nobel Yayıncılık, 2015, s. 119–140.




Makalenin devamını okumak için Abone Olun