Tasavvufun Önerdiği Dindarlık: Ahireti Dünyaya Taşımak

Hacı Bayram Başer

Hacı Bayram Başer



İlk tasavvuf yazarlarından Ebû Nasr es-Serrâc, (ö. 378/988) el-Lüma’ı niçin telif ettiğini izah ederken insanların sûfîler hakkındaki kanaatlerinin farklılaşmasına vurgu yapar. Ona göre sûfîler, hem “yüce mertebelere” çıkarılmakta hem küçümsenip “oyun ve eğlence düşkünü kişiler” olarak görülmekte hem takva ve zühd ehli olarak tanınmakta ama aynı zamanda sapkınlık ve zındıklıkla suçlanmaktadır. Serrâc’ın ifrat ve tefrit olarak nitelediği bu fikir karmaşasının güncelliğini yitirdiği söylenemez; tasavvufun mahiyeti hakkında bugün de yaklaşık olarak aynı noktadayız. İlerleme ve gelişmişlik meselesine “modern” pencereden bakanlar için tasavvuf, Müslüman toplumları akıl ve bilimden uzaklaştırarak onların geri kalmalarına sebep olan anlayışlardan birini teşkil ederken; dinin daha literal yorumlarını benimseyenler için, İslam’a bidat ve hurafelerin sızdığı yabancı bir alandır. Bu belirsizliği daha berrak ve mutedil bir düzeye çıkarmak, kuşkusuz, tasavvuf hakkında bu mesleğin içinden ya da dışından yazılmış temsil gücü yüksek metinlere dönmekle mümkün. Bu metinlerin müşterek paydasına kabaca bir bakış bize göstermektedir ki kanaatler ne kadar farklılaşırsa farklılaşsın, aslında tasavvuf, başka her şeyden daha çok ve daha önce, bir dindarlık tarzı önerisi olarak yaygınlaşmaya başlamıştır. Dolayısıyla tedeyyünü, aralarındaki nüansları göz ardı etmemekle birlikte dinî hayat ya da dine dair algılayış, yorum ve yaşayış tavırlarının bir bütünü olarak anladığımızda gerek tarihsel gelişim süreci gerekse düşünce dünyamıza kattığı derinlik, tasavvufu İslam tedeyyününün bir parçası olarak ele almamızı zorunlu kılar. 

Hicrî ilk iki asır boyunca Müslümanlar, muazzam bir siyasî ve askerî başarı elde ederek o zamanki uygar dünyanın neredeyse yarısına hâkim olabilmişler ve bu durum büyük bir zenginlik ve refahı beraberinde getirmiştir. Fakat Müslümanlar arasında bu gelişmenin, aynı zamanda dindarlık ve ahlâktan kopuş yönündeki sonuçlarını gözlemleyen ve “selef” olarak anılan ilk nesiller, bu yozlaşmaya karşı bireysel olarak tepki göstermeyi tercih etmiş; kendilerini bu gelişmenin dışında tutarak dünyevî refaha dalanları eleştirmişlerdir. Binaenaleyh bu eleştirel söylemi miras alan tasavvufun ilk temsilcileri, dünyevîleşmekten uzaklaşmak anlamı verebileceğimiz zühdün merkezinde yer aldığı bir dindarlık önerisi ortaya koydular. Zühd; mal biriktirmekten ve zenginleşmekten kaçınma, sosyal yaşamın gerektirdiği meslek sahibi olma ya da evlenme gibi yükümlülüklerden ve kişiye ahlâkî fayda sağlamayan entelektüel uğraşlardan uzak durma gibi anlamlarının yanında; sürekli ibadet, helal kazanç ve vera‘(şüpheli durumlardan uzak durma), günahlardan dolayı pişmanlık, hesap günü ve cehennem korkusu ya da cennet özlemi gibi birtakım dinî tavır, tutum ve duyguyu da içermekteydi. Bununla birlikte söz konusu dinî tutum ve davranışlar, tümüyle sûfîlere mahsus addedilemez çünkü bunların tamamının ya da bir kısmının Mu‘tezile’den başlayıp Ehl-i hadis mensuplarına kadar varan geniş bir çevrede benimsenen duyarlılıklar olduğu müşâhede edilir.




Makalenin devamını okumak için Abone Olun