Gerçeklik ve Kurgu Arasında Dil

Soner Gündüzöz

Soner Gündüzöz



Arap dilbilim tartışmaları Kur’ân–ı Kerîm’in “Arabiyyûn mübîn” ifadesi doğrultusunda daha başlangıçtan itibaren teolojik bir zeminde varlık bulmaya başlamış, bilahare lahnın, yani dildeki doğal konuşma biçimini ifade eden selîkadaki bozulmanın, Kur’ân ayetlerine sirayetiyle, bu dilsel etkinlik, teolojik zeminle olan ilişkisini daha da güçlendirmiştir. Bu çerçevede dilin kurallarının tespiti öncelikli bir sorun olarak, Kur’ân’ın dilsel yapısına yönelik her türlü –sahte okuma biçimlerine– bir reddiye olmayı amaç edinmiştir. Başlangıçta gramer çalışmalarına ilişkin temel sorunlardan biri, i‘câz özelliklerinin arakesitinde Kur’ân’ın yetmişe yakın lehçe kullanımına atıfta bulunduğu diyalekt özellikleri ile dil kurallarının belirlenmesindeki dilsel malzeme arasında nasıl bir denge kurulacağına ilişkindir. Reel dil malzemesinin, –insanların konuşma biçiminden (parole), şiire, mesele ve Kur’ân–ı Kerîm’e uzanan boyutta– dilsel argümantasyonun neresinde yer alacağı “lengüistik metodoloji”nin rotasını belirlemiştir. Ne var ki dilde reel karşılıkları bulunan kullanımların derlenmesi olarak tanımlanabilecek semâ yöntemi ile dilsel bir analoji türü olarak nahvî kıyasın bütünleştirilmesi de ayrı bir problem olarak durmaktadır. 

Semâ, sahici olanın peşinden gitmeye yönelik kuvvetli atıflar içermek sûretiyle, ilk dilcilerin muhayyilesinde –ideal dilsel gerçekliğe ulaşmanın– en temel yolu olarak görülmüştür. Bu cihetle dilsel reel alanın zamansal olarak hicrî ikinci yüz yılın sonu ile mukayyet olduğu, mekânsal olarak ise dinî naslardan kendine zemin bulan yedi harf (lehçe) ile sınırlı bulunduğu önermesi, ideal dilin ufkunu belirlemiştir. Bu ufuk içerisindeki dil stoku, kuralların belirlenmesi (ihticâc) ve bu kuralların örneklendirilmesi (istişhâd) bakımından hiyerarşik bir modele oturtulmuştur. 

İlk dilbilimciler, Kureyş merkezli yedi lehçeyi kelâmu’l–Arab adıyla anarak, kelâmu’l–Arab’ı, istişhâd hiyerarşisinin ilk basamağına çoktan yerleştirmişlerdir. Bu şekilde kanonik bir dilsel paradigma inşası için zaman ve mekân olarak kutsal bir fânus içine alınan ideal dil, menfi bir referans alanına karşı konumlandırılmıştır. Bu konumlandırma içinde Tay ve Ezduşenûa lehçesi gibi lehçeler, Benû ekelûnî’l–berâgîs (“Pireler beni yediler” dilini konuşan) [zavallıların] dili kabul edilmiştir. Peki ya, Kur’ân’ın “ve eserrû’n–necvâ’llezîne zalemû” (Enbiya, 21/3) ve “‘amû ve–sammû kesîrun minhum (Mâide, 5/71)” gibi ifadelerinin, Tay lehçesinde inmiş olduğu fark edildiğinde kutsal fânustaki çatlağı kapatmak için kocaman bir plaster mi kullanılmıştır? Hayır, yapılan iş, i‘câz paradigması içerisinde diyalekt atıfları içeren Kur’ân kıraatlerinin, istişhâd hiyerarşisinde ilk basamaktaki kelâmü’l–Arab’ın yanına değil, ikinci basamaktaki şiire simetrik bir yere yerleştirilmesinden ibarettir. Nahvin kanonik bir metin inşasına soyunmasının büyülü etkisi, Arap dilbiliminin kurucu metni el–Kitâb’ın yazarı Sîbeveyh’in (ö. 180/796), nahvi kıraatin üstünde bir otorite alanı olarak görmesine yol açmıştır.




Makalenin devamını okumak için Abone Olun