Açık Oturum: Gazze’den Sonra İnsanlığın Geleceği

Teklif

Teklif



Fazlıoğlu: Değerli dostlar, içinde yaşadığımız süreci dikkate alarak bu sayımızı Gazze’ye tahsis ettik. Gerçekten tüm insanların gözü önünde çok acı verici, insanlığımızdan utandırıcı, bir o kadar da sarsıcı bir olaya şahitlik ediyoruz. Daha önce de hiç şüphesiz tarihte bu tür büyük vahşi vakalar, yıkımlar oldu. Asurların, Perslerin, İskender’in, Romalıların, Moğolların, Haçlıların, vb. sebep olduğu büyük vahşetler söz konusu. Hatta bir milletin kendi mensupları arasında, farklı aşiretlerin, kabilelerin, boyların sebep olduğu büyük yıkımlar yaşandı. Türk tarihi de bunlardan beri değil. Ayrıca, yine bugün Doğu Türkistan, Arakan, vb. olmak üzere Dünya’nın pek çok yerinde benzer barbarlıkları görüyoruz. Ancak halihazırda yaşanılanları kendi tarihî bağlamının anlam–değer dünyası içinde ele aldığımızda, bir de ulaşım, iletişim ve bildirişim araçlarının gelişmişliğini göz önünde bulundurduğumuzda olup bitenler daha farklı bir şeyler söylüyor. O da son üç yüz yılda Batı dediğimiz; modern, çağdaş, aydınlanmış, vb. adlarla çağırdığımız sözde “akıl medeniyeti” mensuplarının, bizzat kendi kurdukları anlam–değer dünyasını, bu kadar alenen hafife alan, açıkça çökerten, acımasızca tahrip eden, kısaca kendi kendilerine çelme takan bir yıkımı yaşamaktır. Aklın kendi kendini tahrip ettiği, sözde–aydınlanmanın kendini karanlığa gömdüğü bir zaman dilimini yaşıyoruz. Bu nedenle şunları konuşmak gerekiyor: Bu olayın kendindeki anlamı bir yana, sosyo–politik, hatta felsefî–metafizik arka–planı nedir? Görmediğimiz, göremediğimiz başka bir bütünün parçası mı; yoksa tüm parçaları inşâ edecek yeni bir bütünün zuhuru mu? Hangi süreçlerden buraya gelindi? Bu olayın, hatta zihniyetin kendinden sonraki sürece etkisi ne olacak? Yani Gazze’den sonra bir hikâye yazabilecek miyiz; bir cümle kurabilecek miyiz? Yazsak ve kursak bile artık bu hikâye ve cümle, Gazze’den önceki “anlam”ı üstlenebilecek mi? Sözlüklerimizdeki pek çok kelime, önceki anlamlarına, olup biteni yok sayarak delalet edebilecekler mi? Her şey bir yana modern ve çağdaş dünyayı üzerine inşâ ettikleri “felsefî–metafizik dil kirlendi” diye düşünüyorum. Bu soru ve sorunlar etrafındaki fikirlerinizi paylaşmayı arzu ediyorum. Buyursunlar…

Çitil: Hocam açılışta tartışılabilecek soru ve sorunlara katkıda bulunmak amacıyla bu sorularınıza bir–iki şey ekleyebilir miyim? Şimdi ortada bir savaş olduğu söylenen bir hadise var. Fakat “bu savaş nasıl bir bağlamda anlaşılmalı, kimle kim hangi bağlamda savaşıyor?” sorusunun farklı cevapları, farklı katmanları var. Tek bir savaştan bahsetmiyoruz. “Biz hangi savaşı ya da savaşları dikkate alarak konuşmalıyız?” konusu son derece önemli. Neyi kastediyorum, açmaya çalışayım. Şimdi bazılarına göre İsrail, sömürgeci devlettir. Sömürgeciliğin de tipleri mevcut; yerleşimci sömürgecilik var, vekalet üzerinden sömürü yapan sömürgecilik var, vesaire… İsrail; bir bölgeye yerleşip, oranın halklarını ikincileştiren ve onlara tahakküm eden, orayı sömüren bir devlettir. Yani Avustralya nasılsa, Kanada nasılsa, zamanında Amerika nasılsa, onlara benzeyen bir sömürgecidir. Bir sömürge devleti kurmuştur ve bölgenin yerli halkını katliama, soykırıma uğratıp oraya yerleşmeye çalışmaktadır. Bu bir savaş türü. Burada sömürgeci ve sömürgecinin yok etmeye çalıştığı iki taraf var. İkincisi, her ne kadar dine dayalı bir devlet de olsa İsrail esasen bir ulus devlettir.

Üçer: Birinci mânâsıyla emperyalist bir yapıdır.

Çitil: Emperyalisttir, sömürgecidir. Sömürgede geçen bir savaştır bu.

Türker: Bu açıdan bakıldığında Batı geleneğine gayet uygun.

Çitil: Evet, gayet uygundur. Şimdi onları da konuşalım istiyorum. Çünkü bugün “İsrail’i destekliyor” dediğimiz devletlerin hemen hepsi zaten sömürgeci devletler ve o şekilde devlet kurmuşlar. Zaten sicilleri böyle. 

İkincisi, İsrail az önce ifade ettiğim gibi bir ulus devlettir. Ne anlamda? İsrail milleti diye bir millet oluşturmaya çalışmaktadır; dünyanın dört bir tarafından Yahudileri toplamakta ve kendi vatandaşlık sistemi içinde eritmeye ve buna uymayan ve belki de hiçbir zaman uymayacak olan birtakım mihrakları, unsurları ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Bir tür ulusal ve coğrafî türdeşleştirme çabası içerisindedir. Bu savaşı vermektedir. Burada da yok edilmeye, eritilmeye çalışılan bir halk vardır ve bu sürece karşı direnmekte, savaş vermektedir. 

Üçüncüsü,  Arz–ı Mev’ûd tartışması üzerinden düşünebilir. Bir grup insan, belirli bir dine inanan insan, o bölgeyi kendilerine Tanrı tarafından vadedilmiş toprak olarak düşünüp oraya yerleşmek ve hakimiyet alanlarını mümkün olduğunca genişletmeyi düşünmektedirler…

Fazlıoğlu: Teolojik bir coğrafya…

Çitil: Teolojik bir coğrafya üzerinden, evet. Bu seferki savaş ilk ikisinden farklı. Yani ne sömürgecilik ne ulus devlet kavramsallaştırması var. Son derece teolojik bir arka planda bir savaş yürütülmektedir. Buna direnenler o vadedildiği iddia edilen topraklarda çok uzun bir süredir yaşamaktadırlar. Taraflar bu bağlamda şekil almaktadır.

Dördüncü olarak, aynı bizim Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşadığımıza benzer bir durum söz konusudur. Biz bu durumu Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde yaşadık; Filistinliler savaştan bir süre sonrasında yaşıyorlar. Burada bir işgalci kuvvet var, gelmiş ülkeyi işgal etmiş. Onlara karşı bir İstiklal Savaşı veriyorsun. 

Beşinci olarak, bir ümmete ait coğrafyanın bir bölümü işgal altındadır ve ümmet, söz konusu işgalci kuvvete karşı cihat halindedir. 

Tüm bu arka planda, bu meseleyi son derece ilginç hale getiren bir durum da yaşanmaktadır. Hocamın anlattığı gibi olaylar öyle bir seyir izlemiştir ki savaşların anası olarak görülebilecek bir savaş çıkmıştır. Çünkü söz konusu olan, mevcut kurulu düzenin ipliğinin pazara çıktığı, art niyetlerinin görünür olduğu, tüm o insan hakları söylemlerinin ne kadar hikâye olduğunun anlaşıldığı, insanlığın yeni bir ufuk arayışına girdiği, yeni bir düzen aradığı, yeni bir insan tipi aradığı, bir başlangıç noktası olarak görülebilecek bir savaştır. Tüm insanlık; kendi başına bela olan, musallat olan bu düzenden kurtulmak üzere bir savaşı Gazze üzerinden başlatmıştır. Bu savaş büyük ihtimalle yayılarak devam edecektir. Tüm bu farklı alternatifler üzerinden düşündüğümüzde, biz Gazze’yi nasıl anlıyoruz? Bence öncelikle bunu konuşmalıyız. Bu savaştan sonra bu düzen nasıl değişecektir, nasıl bir ufuk içerisinde değişecektir? Müslümanlara bu konuda ne düşmektedir? İşte tüm bunları tartışmamıza konu etmeliyiz.

Görgün: Ayhan hocam belki burada sıraladıklarından üçüncüsüne bir ek yapmak lazım: Sayıları ve güçleri hiç de hafife alınmayacak bazı Hıristiyanların, Mesih’in gelmesini hazırlamak amacıyla Beni İsrail’in Filistin’de toplanması ve Armagedon’un tahakkuku için yürüttüğü bir savaştan da bahsetmek gerekir. Daha farklı söylersek; burada Hıristiyan Siyonistlerin de bir savaşı söz konusu.

Fazlıoğlu: Ayhan hocam, dile getirdiğiniz noktaların daha açık bir şekilde müzâkere edilebilmesi için birkaç noktaya temas etmek istiyorum. Bir sömürgeci–işgalci–ulus devlet olarak İsrail’in mefhumunu ve delâletini iyi belirlemek zorundayız ki, olup bitenleri daha sağlıklı değerlendirebilelim. İsrail denilen “çete”, bir fâil midir yoksa bir uzantı mıdır? Bir tetikçi midir? Bu ve benzeri soruların cevaplarını, istikametimizi daha sahih bir şekilde tayin için önemsiyorum. Bir hatırat kabilinden bir şey ama, İsrail’de bulunduğum sırada, sıkıntı oluşabilir diye ismini vermeyeceğim, yüksek makamlarda da bulunmuş ve eleştirel bir tavır takındığı için tard edilmiş bir meslektaşımla konuşurken bana aynen şunları söyledi: “İhsan bey, biz bin yıl boyunca Avrupa’da gettolarda yaşatıldık; her türlü hakarete uğradık; zulmü yaşadık. Aslında Batılılar hem vicdanlarını teskin etmek, ama daha da önemlisi bizden kurtulmak için, İsrail diye daha büyük bir getto kurup bize vatan diye hediye ettiler. Evet!.. Aslında burası, yani İsrail, bizim için bir getto; başka bir şey değil. Ancak bir farkla, bu gettoyu bize tahsis edenler ne yazık ki sadece Almanlar, Fransızlar, İngilizler, Amerikalılar vb. değil; bizzat kendi ırkdaşlarımız. Onlar da bu paylaşımı yapan masanın birer üyesi.” Bu çerçevede meslektaşım Anglo–Sakson–Amerikan Yahudilerini şiddetli bir eleştiriye tâbi tuttu. Aslında çok açık söylemek lâzım ki, hâlihazırda olup bitenler, Yahudiler için de iyi bir şey değil; Siyonistlerin ve hempâlarının yaptıkları onlara da gelecekte çok büyük bir zarar verecek. Elbette bu başka bir konu… Konuya dönersem meslektaşımın dediklerinden hareketle bu noktayı da tartışmamız gerekiyor. Hatırlarsanız TeklifSiyaset sayısında bir kavram üzerinde durmuştuk: “Uluslarüstü iktisadî iktidar”. Acaba olup biten bu çerçevede de okunabilir mi? Özellikle Anglo–Sakson–Amerikalılar bu işin neresinde? Holokostla büyük bir psikolojik üstünlük kazanan Siyonistleri, dolayısıyla Yahudileri, derdest etmek için pespaye bir hâle sokmak mı istiyorlar? Düşünüyorum…

Çitil: Daha büyük bir dolap mı var yani?

Fazlıoğlu: Daha büyük bir dolap mı var diye düşünüyorum. Çünkü Yahudilere de çok yazık ediliyor bu olayda; büyük de bir kayba uğruyorlar. Amerika’da, Kanada’da iken Yahudilerle birlikte İsrail’in uygulamalarına karşı yürümüştük Filistinlilerle, Müslümanlarla... Bildiğiniz gibi çok dindar Yahudiler, hatta bazı seküler Yahudiler, bu olaylardan çok rahatsızlar. Bu çerçevede konuştuğum entelektüel Yahudiler, aslını astarını bilmiyorum ama şöyle ilginç bir durumdan da bahsettiler: Yahudilerin ilk düşüncelerinden biri, modern dönemde Filistin’de pasaport alabilecekleri, kendilerine has, küçük özerk bir bölgenin tahsisiydi. Hatta bir tanesi bu bölgeye bizzat Türkçe “memleket” demişti. İngilizler ve tabii ki Siyonistler bu talebi kabul etmediler. Sonra da tarihleri boyunca belki de en iyi anlaştıkları, içlerinde en rahat yaşadıkları, oldukça da iyi geçindikleri Araplarla, dolayısıyla da Müslümanlarla, aralarını kötüleştirerek bir şekilde modern bir getto olan İsrail’de yaşamaya icbar edildiler. Tüm dünyaya dağılmış Yahudileri de burada yaşamaya icbar ettiler; hâlâ da ediyorlar. Bu çok ilginç bir tespit, hatta iddia kanaatimce. İkinci mesele de sözünüzü destekleyici şekilde, tekdüzeleştirmeyi yalnızca Filistinliler’e ya da Arap–Müslümanlara karşı yapmıyorlar. Yahudilerin iki bin yıllık tarihî tecrübesini, öteden beri mevcut farklı kimliklerdeki temsillerini de törpülemek istiyorlar. Kudüs’teki ziyaretimde en dikkat çeken şeylerden birisi de şehirdeki, dünyanın farklı kültürlerinden gelen her Yahudi öbeğin kendi kıyafetini bile muhafaza etmesiydi: Litvanya, Polonya, Yemen, vb. Yahudileri; hepsi kendi kültürünü taşıyordu. Bunları da tekdüzeleştirmeye çalışıyorlar. Hatta bazı Yahudi entelektüeller şöyle diyor: İsrail’de bir millet yaşamıyor; derme çatma bir sürü, bir yığın yaşıyor. Ki, bu tespit, orada yaşayan insanların güvenlik kaygısının da farklı frekanslarda olmasının nedeni. Mesela, Aşkenazlar hariç diğer öbeklerin gidecekleri bir yerleri yok artık. O hâle getirilmişler ki, isteseler de istemeseler de sırf güvenlik kaygıları nedeniyle mevcut uygulamaları desteklemek zorunda hissediyorlar kendilerini. Üçüncüsü, kanaatimce üzerinde en çok durmamız gereken nokta: Yukarıda da işaret ettiğim üzere üç yüz yıllık bir Batı medeniyetinin entelektüel, metafizik, politik, estetik, vb. açılardan geliştirdiği bir sistem var ve hepimiz bir biçimde o sistemin çatısı altında varlığımızı sürdürüyoruz. Şimdi soru şu: Bir insan kendi evini bombalar mı? Kendi evini yok eder mi? Bu noktayı iyi çözümlememiz gerekiyor. Bu sistemin sahipleri yani İngilizler, Amerikalılar, Siyonistler, vb. ahmak değiller, değil mi? Böyle bir eylemin sonuçlarını da öngörebilecekleri bir zekâları, bir birikimleri var sanıyorum. O hâlde nasıl oluyor da böyle bir ahmaklık, küstahlık yapabiliyorlar? Daha da önemlisi niçin? Şu his artık Dünya’daki tüm insanları kuşatmaya başladı: Batı’nın üç yüz yıldır ürettiği çerçeveden artık medet umulamaz; Batı’nın artık insan türüne söyleyeceği anlamlı bir cümle mevcut değil. Daha da vahimi, hani neredeyse insanların kulak kesilebileceği, takip edebileceği, hatta tutunabileceği güvenilir bir söz kalmadı. Mesela yabancı televizyonda bir uluslararası hukukçu şöyle dedi: “Kırk yıl uluslararası hukuk anlattım, öğrettim; meğer hepsi boşmuş, hatta yalanmış” Benzer şekilde pek çok örnek verilebilir. Bu tarzdaki bir hâlet–i ruhiyede insan merak ediyor: Böyle bir riski göze aldıklarına göre, acaba bizim bilmediğimiz, görmediğimiz başka bir bit yeniği mi var? Yoksa güç zehirlenmesine uğrayıp küstahlık mı yapıyorlar? Bu noktaların üzerinde düşünmek gerekiyor.

Türker: Hocam aslında bir de savaşın stratejisi olarak söylenen şeyler var. Yani bölgesel menfaat çatışmaları, uluslararası iktisadî hayatı yönlendirmek için yapılan uygulamalar, anlaşmalar, sözleşmeler, gerçekten bu strateji olarak anlatılan şeyler, savaşın asıl haliyle beraber bence bunu da konuşmak lazım. Savaşını aslî görünümü daha büyük tartışmalar altında gizleniyor bunu da konuşmak lazım. Yani bu gerçekten çok adice bir duygudan ya da menfaat hırsından kaynaklanan bir saldırı, katliam olabilir. Yani o başlangıçtaki sömürge hususu var ya, o sizin söylediğiniz sömürgeci devlet, bir açılımı bu olabilir. İçinde bulunduğumuz siyasî ve iktisadî şartların oluşturduğu bir yapı da var.

Çitil: Bomba stokları bitmeden yeniden üretime geçemiyorsun hocam, çok pahalı ürünler bunlar...

Üçer: Gazze açıklarındaki doğalgaz…

Türker: Çin’den gelen yol meselesi var…

Çitil: O İpek Yolu’nun nereden geçeceği meselesi de var.

Türker: Evet yani burada böyle bayağı hırslar var da acaba biz bu hırsları ulvî yorumlar altında yok mu ediyoruz yani buharlaştırıyor muyuz?

Çitil: Yani zaten emperyalizmin hükmü sürüyor ve en son buraya patlamış gibi…

Türker: Yani böyleyse eğer, Arz–ı Mev’ûd bir araç burada.

Fazlıoğlu: Büyük ölçekli medeniyetlerde iktisadî, dinî ve siyasî çıkarları zaten birbirinden ayırarak işaret edilebilir somut–tanecikli bir hâle getiremeyiz; bunlar iç içedir. Mesela Osmanlıların büyük bir savaşını yalnızca siyasî ya da askerî veya sadece iktisadî olarak inceleyemeyiz; etkinlik, öncelik–sonralık vb. kategoriler olsa da hepsini bir şekilde birlikte bir bütünün parçası olarak dikkate almalıyız. Dediğin doğru olabilir; yani bu savaşın şu anda ve bu şekilde ortaya çıkmasının çok çeşitli maddî ve süflî menfaatlerde köklenen nedenleri bulunabilir ancak bu, her şeyi, kendiyle anladığımız ve yorumladığımız, en altta bulunan anlam–değer çerçevesini tırnak içine almamızı gerektirmez. Kanaatimce bugün için de bu böyledir. Hele kapitalist– emperyalist– neo–liberalist bir bağlamda…

Görgün: Ömer hocam, şu nokta çok önemli; senin zaman zaman dile getirdiğin bir şey var: Her tikelde bir tümel görünür hale gelir. Şimdi bu saldırıyı –savaşı diyecektim, ama ortada bir savaş yok, düpedüz bir saldırı var– tikel bir hadise olarak da görsek burada ortaya çıkan, kendisini gösteren tümel nedir?

Türker: Aslında ben de onu soruyorum Tahsin hocam. Şimdi burada gerçekten tikel olan ne ve tüm bu tikellerde tahakkuk eden külli anlam ne burada?

Çitil: Hocam ben aslında biraz önce iç içe geçmiş farklı savaşları sayarken benzer bir şey düşünelim istiyordum. Biz aslında sömürgeciliğe karşı olmalı değil miyiz? Mesela Avustralya’da yapılanlarının, ve hâlâ da devam ediyorlar işte bir şekilde, ya da Kanada’nın yaptıklarının veya Kanada’da yapılanların sorgulanması, tekrar etmemesi ya da tam da petrol boru hattını buradan mı geçireyim, şuradan mı geçeyim derken insanların, toplumların hayatını mahveden, hiçe sayan düşünüş biçimlerini eleştirmeli değil miyiz? Bence eleştirmeliyiz. Ulus kuracağım diye bir türdeşleştirme faaliyeti üzerinden insanların hayatlarını, toplumların, etnik kimliklerin hayatlarını dümdüz eden bir yaklaşımı eleştirmek durumunda değil miyiz? Ya da hangi ilâhî–teolojik kaynaktan gelirse gelsin, “bana böyle bir şey vaat edilmişti” diyerek insanları mahveden, çocukları yok eden, bebekleri öldüren bir zihniyeti eleştirmek durumunda değil miyiz? Bu bir cihatsa eğer, cihadın yürütülmesi gereken kapsam, belki de bu kadar geniş olmalı. Tekil, münferit, sadece İsrail’de geçen bir vakıa diye düşünürsek bu savaşı, yanlış konumlandırmış oluruz. Bizim uyanmamız gerekiyor. Bir ağ var etrafımızda bizi saran ve bu ağ içerisinde birileri belirli hamleleri yapıyor, başka birilerini tetikçi olarak kullanıyor. Tüm bunlar kökünden eleştirilmeli. İslam’ın insanlığa vadedeceği şey, sadece ümmetinin belli bir parçasının haklarını korumak olamaz; tüm insanlığı böyle bir tür beladan kurtarmak olmalı. Mücadelenin nesnesi emperyalist olur, ulusçu olur, şucu olur, bucu olur, bu ikincil bir mevzu.

Fazlıoğlu: Pek çok kez demiştik ya yalnızca Müslümanların derdiyle ilgilenmek Müslümanca bir tutum değildir. Müslüman; yalnızca ülkesinden, dünyadan değil, ama aynı zamanda tüm kâinattan sorumludur. Fakirlik, çevre meseleleri, su sorunu, uzayın çöplüğe dönüştürülmesi vb. sorunlar da bizi ilgilendirmeli; hatta daha fazla ilgilendirmeli.

Çitil: Şunu da hatırlamamız lazım. Tüm bu meseleler, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra çıkmadı mı? O savaş bizim için bitmedi, bizim düşmanlarımız için de bitmedi. Onlar işlerini bizim ülkemizde bitirdiklerini düşünmüyorlar. Bizim de tekrar hatırlamamız lazım. Biz aslında öyle bir devlettik ki, tüm bu bahsettiğim meselelerde mazlum durumuna düşen herkesin yanında yer almaya çalışıyorduk. Biz bunu unuttuk.

Türker: Burada hocam bence çok kilit soru şu: Bu olayda yeni olan ne? Hepinizin de sorduğu sorunun herhalde nüvesi böyle özetlenebilir. Bu nokta çok ilginç, çünkü aynı güçler Birinci Dünya Savaşı’nı yaptılar. İkinci Cihan Harbi’nde milyonlarca insan öldü.

Çitil: Bahsettiğim sömürgeleştirmeler sırasında milyonlar öldü. Afrika’da, Amerika’da, Avustralya’da; yerkürenin her bölgesinde öldü.

Türker: Dünya tarihinde de yakından bildiğimiz tarihte de katliamlar var ve bu katliamlar belki şu anda Gazze’de tanık olduğumuzdan daha çirkin, acımasız ve yıkıcı…

Çitil: Hocam bence bunun temel iki nedeni var. Bir tanesi, bu olay uluslararası insan hakları söylemiyle yerin göğün inletildiği bir ortamda oldu. İki, iletişimin çok yaygın olduğu, herkesin büyük bir hızla her şeyden haberdar olduğu bir dönemde oldu. Soykırım naklen yayınlandı, yayınlanıyor. Bunlar çok belirleyici.

Fazlıoğlu: Başta Doğu Türkistan’da Uygur kardeşlerimize olduğu gibi Dünya’nın pek çok yerinde hâlâ acımasız katliamlar yapılıyor. ABD’nin Afganistan’da; Rusya’nın ve İran’ın Suriye’de yaptıklarını bile bu gözle değerlendirmek gerekir.

Türker: Hâlâ yapılmaya devam ediyor.

Fazlıoğlu: Ayhan hocama katılıyorum. Yukarıda da işaret etmiştim. Bu olayda dikkati çeken en önemli nokta, sözde–uluslararası hukukun, sözde–insan haklarının, vb. câri olduğu, hatta sıkça vurgulandığı bir dönemde vukû bulması. Bahusus medya kanallarıyla naklen ve canlı yayınlanması. Bu da iletişim ağı içinde bulunan insanların vicdanını kanattı. Bir de sözde–büyük devletlerin de ölçüsüz desteği, insan aklını alaya alırcasına yaptıkları pespaye açıklamalar. Belki de…

Türker: Belki de Çin’de iletişim bizim erişebileceğimiz kadar güçlü değil.

Fazlıoğlu: Ömer hocam! Çini biraz farklı değerlendirmek gerekiyor kanımca. Çin içinde yaşadığımız modern–çağdaş dünyanın kurucu bir aktörü değil. Hatta o da pek çok açıdan bizim gibi tüketici bir üye. Tarihte de şimdide de insanlığa teklif ettiği bir üst–değer yok. Tam da bu nedenle insanlar, kurucu babaların bizzat kendi inşa ettiklerini yıkmalarından rahatsızlar. Düşünsenize; sahilde kumdan bir şey kuruyorsun; tüm insanlar da buna itimat ediyorlar; kendileri için bunu vazgeçilmez bir sistem olarak görüyorlar ve sen gidip her şeyi berbat ediyorsun…

Çitil: Çin – en azından şimdilik – bence de o kadar etkili değil.

Fazlıoğlu: Onu diyorum Ayhan hocam. Burada kurucu baba ya da ev sahibi olmak önemli. Bir de bu kavramlar ve önermeler için insanlığın başına Aydınlanma’dan bu yana boza pişirmeniz gerekiyor. Çin’in böyle bir derdi de rolü de yok. Yani Çin, bizden farklı değil bu konuda. Ayrıca coğrafî olarak bizden daha uzak. Öte yandan bizim içinde yaşadığımız modern ve çağdaş dünyanın kuruluşuna, Çin’den daha fazla katkımız var her açıdan.

Türker: Bir de bu, seyrettirerek insanları ortak ettikleri yani insanları zorunlu seyirciye dönüştürdükleri bir katliam. Bu yönüyle çok acımasızca bir katliam.

Fazlıoğlu: Evet!.. Bu nokta ayrıca dikkat çekici. Mesela, Katolik Kilisesi bombalandığında bir milyarlık Katolik âlemi ses çıkartamıyorsa bunun üzerine düşünmek gerekiyor. Diyelim ki biz zayıfız; Müslüman ülkeler ve halklar zayıf. Katolik dünya da mı zayıf? İngiliz hastanesi bombalanıyor, Protestan Kilisesi bombalanıyor, ses çıkmıyor. Neden? Yani ipler kimin elinde ve kim insanlığa, kendi insanlığını askıya alarak soğuk bir şaka yapıyor?

Türker: Yani bu olayın en çok düşündürdüğü şey, “Zulme ortak olmak ne demek?” sorusu. Bunu yeniden düşünmek gerekiyor. İletişim ve bilişim araçlarının gelişmesi, bir kişi, toplum veya organize bir yapının yaptığı zulme çok farklı iştirak yolları olabileceğini ifşa etti.

Fazlıoğlu: İzin verirseniz burada bir noktayı vurgulamak isterim. Daha önceki Teklif sayılarında işaret ettiğim gibi içinde yaşadığımız “Yeryüzü” ile içinde hayat sürdüğümüz Dünya’yı birbirinden ayırıyorum. Yeryüzü, “maddî vatan”, Dünya ise bilgi–anlam–değer uzayımızı içerdiğinden “manevî vatan” olarak da adlandırılabilir. Buna bağlı olarak Yeryüzü yani maddî vatan için savaşma ile Dünya’mız yani manevî vatan için savaşmayı da birbirinden tefrik ediyorum. İnsanlık, tarihi boyunca yalnızca coğrafya için kavga etmedi; topraklar, yeraltı zenginlikleri, vb. için savaşmadı. Belki de daha çok birbirlerinin Dünya’larına kastettiler. Kanımca, İsrail, en temelde toprak için savaşıyor olsa dahi, başta Filistinliler olmak üzere, Müslümanların hatta tüm Batı’nın Dünya’sına savaş ilan etti. Batı’nın dünyası derken ister beğenelim ister beğenmeyelim, hepimiz bir şekilde içinde hayat sürüyoruz. Bu çerçevede Gazzeliler, basit bir şekilde sadece maddî vatanlarını savunmuyorlar; belki de daha çok manevî vatanlarını müdafaa ediyorlar. Filistinlilerin direnişin en temel sâiki, kanaatimce, kendi Dünya’larına, yani manevî vatanlarına olan sadakatleri. Bu sadakat öyle bir seviyede ki, kendi Dünya’ları, anlam–değerleri, kısaca manevî vatanları için ölümü bile göze alabiliyorlar. Geçen bir üniversitede gençlere sordum: “Fert ve millet olarak sâdık olduğumuz, sadakat gösterdiğimiz, gerektiğinde ölümü dahi göze alabileceğimiz bir Dünya’mız var mı?” Ne–ye, ne–re–ye ve kime sâdığız?

Çitil: Biz iki yüz yıldır kurulan o düzene entegre olmaya çalışan ama bir tarafı içerideyken bir tarafı dışarıda kalmış bir toplumuz ve Gazze, bize, büyük ihtimalle bu halimizi hatırlatıyor. O yüzden çok çarpıyor bize...

Görgün: Hadise, her halükârda çok katmanlı ve çok boyutlu. Dolayısıyla bu hadisenin çok katmanlı ve çok boyutlu olmasını dikkate alarak baktığımızda bir defa şunu gözden ırak tutmamamız lazım: Gazze, aslında, en azından bir bütünlük içerisinde baktığımızda, Birinci Dünya Harbi sonrasında başlayan bir sürecin son ucu.

Çitil: Son ucu dediniz hocam değil mi, sonuç demediniz.

Görgün: Evet son ucu…

Türker: Devam eden süreç yani.

Görgün: Evet devam ediyor. Yani orada başladı ve devam ediyor. Şimdi bu işin bir tarafı ve Gazze’de aslında Filistin’in, hatta Lübnan’ın, Suriye’nin, Ürdün’ün, Sina Yarımadası’nın, bunların hepsini birlikte dikkate almamız lazım. Tamamı, dünyanın hakimlerinin, hegemonlarının kendilerine göre planladıkları ve çatışma odaklı bir ortamın parçaları. Hani Kant’ın meşhur sözü var: Muhtemel bir dünya barışının ön şartı tüm toplumlar arasında içinde çatışmayı gerektirecek bir unsur bulunmayan bir antlaşmanın sağlanmasıdır. Birinci Dünya Harbi sonrasındaki oluşturulan düzende, Kant’ın talebinin tam aksine, tüm o çizilen sınırların hepsi, içinde en az bir tane çatışmanın nüvesini taşıyor.

Çitil: Kalıcı barış değil, kalıcı savaş için kurulmuşlar.

Görgün: Kesinlikle, kesinlikle hatta bunu anlatan Barışa Son Veren Barış diye, Fromkin tarafından yazılmış bir kitap da var. Bizim Lozan öncesinde Paris Antlaşmaları dediğimiz o antlaşmalar böyle bir şey. Yani kalıcı çatışmalar ve çatışmaların tetiklediği sürekli kriz şartlarını üretmek ve bunu yönetmek, hegemonların siyasetini ifade ediyor. Bu aslında meselenin sadece bir seviyesi. Bu imkânı elde etmelerininin esasını keşfetmeden, meseleyi gereği gibi kavramamız oldukça uzak bir ihtimal olarak kalıyor. İlk olarak meselenin kendisine baktığımızda şu soruyu sormamız gerekiyor: Barış adı altında sürekli bir kriz ve çatışma ortamını nasıl başardı bunu yapanlar? Bunu başarmalarının bir numaralı sebebi, sanki daha fazla öldürebilme kabiliyetine sahip olmaları. Bir şekilde bunu yapanlar, insanlığın geri kalanının, özellikle Müslümanların sahip olduğundan daha fazla öldürme becerisine sahip olmaları ve bu becerilerini sınırsız bir şekilde kullanmak noktasında hiçbir tereddüt göstermemeleri.

Fazlıoğlu: Örgütlü kötülük ve katliam yapabilme kapasitesi. Samuel Huntington’a atfen dolaşan bir cümle var ya ortalıkta: “Batı’nın dünyadaki hâkimiyeti, fikrî, dinî ve ahlâkî mükemmelliğine değil, organize şiddet uygulayabilme becerisine bağlıdır.” Gazze olayında da ne kadar sistematik ve örgütlü hareket ettikleri görülüyor. Ar damarları da çatladığından, hiçbir değere aldırmaksızın, hiçbir hukukî kuralı dikkate almaksızın işlerini görüyorlar. Yanlış hatırlamıyorsam, Süleymaniye’de bulunan ateşli silahlar ve topla ilgili Türkçe bir yazmada yaklaşık olarak şöyle deniyor: Zinhar bu silahların Frenklerin eline geçmesine izin vermeyin. Hiçbir ahlâkî kayıtları bulunmadığından insanlığı ateşe verirler. Verdiler, veriyorlar da…

Görgün: Kesinlikle! Şimdi bir defa bu noktada temayüz ettiler. Bunu İngilizler nerede gösterdi? Mesela ilk defa makineli tüfeği kullandıklarında, bunun kendilerine nasıl bir üstünlük sağladığını açıkça fark ettiler…

Fazlıoğlu: Bu uygulamaları yalnızca Müslümanlara yönelik değildi elbette. 1839–1842’deki Birinci ve 1856–1860’daki İkinci Afyon savaşlarında da benzer katliamları Çin’e karşı yaptılar. Sahip oldukları silah gücünü, tüm insanî ve ahlâkî ilkeleri hiçe sayarak nasıl kullandıklarını görüyoruz. Şimdi ve gelecekte de bunu engelleyecek güçten başka bir araç yok; mukâbele–i bi’l–misl yani…

Görgün: Yani şimdi öyle bir şey ki, makineli tüfeği kullandıklarında artık o şartlarda…

Çitil: Ya da Amerika’da hocam. Kızılderililere sıtma mikrobu bulaştırılmış battaniye dağıtarak… Yüzlerce, binlerce insan öldürüyorsun; biyolojik silah kullanıyorsun.

Görgün: Şimdi bunu dikkate aldığımız vakit, o zaman esas itibarıyla önce şunun farkında olmamız lazım: Aslında bizim modern dünyada güç dediğimiz şeyin merkezinde mekanik var. Yani fizik ve kimyanın imkânları var.

Fazlıoğlu: Tahsin hocam konuyu yine matematiğe getirdi. Eşyayı sömürmeyi amaç edinen bir bilim ile bu bilime dayalı yıkıcı bir teknoloji var diyelim.

Görgün: Heidegger’i hatırlayarak “teknik” diyelim. Şimdi aslında normal olarak insanlar arası ilişkilerde normal şartlarda konuşarak meselelerin çözülmesi, tüm tartışmaların, kavgaların dil üzerinden yürütülmesi beklenir. Halbuki bizim burada gördüğümüz şartlarda dil değil, canlılık değil, bitkisel olan alan bile değil; tamamen fizik ve kimyanın imkânların sonuna kadar kullanılması ve bunun sağladığı, yine imkânları diyelim, bu imkânlar üzerinden insanlara hükmedilmesi söz konusu. Şimdi bu önemli fakat burada kalmıyor tabii. Mesela sadece böyle olsa fiziğin imkânlarını kullanır, orada bir defa tahrip eder, yakar, yıkar ve orada kalır ama bunu bir üst katmanda söylemlerle destekliyor. Söylemler hak ve hakikatle irtibatı içerisinde, hak ve hakikatin üstünlüğü ve bağlayıcılığını esas alması gerekirken, mekanik gücün ortaya çıkardığı ve belirlediği sürecin üstünü örtmek için kullanılıyor.

Fazlıoğlu: Eşyayı sömürmeyi amaç edinen bir bilim ile bu bilime dayalı yıkıcı bir teknolojiyi bir arada tutan hem anlam hem de meşruiyet veren bir metafizik olması gerekiyor şüphesiz.

Görgün: Evet, söylemlerle destekliyor, söylemlerle desteklediği için de bu söylemlerin ötesinde bir şey, onu organize ediyor. Aslında söylemleri kullanan “üst akıl” ile “krizi üreten”, “riski sıradanlaştıran” ve böylece kendisini geri planda tutarak süreci yöneten güç, sanki bir ve aynı güç.  Bu anlamda görünen ve görünmeyen yönleriyle bir tür organik bir bütün oluşturuyor. Burada organik ifadesi, tam da yerinde olmayabilir. Buna algoritmik ve mekanik demek daha isabetli olacak sanki.

Fazlıoğlu: Hikâye yazıyorlar hocam; herkesi mahkûm eden. Kanaatimce tüm yapıp ettiklerini bir anlatıya dönüştüremeselerdi, bu beceriyi gösteremeselerdi bu kadar çekici olamazlardı. Anlatı, zemininde bulunan metafizik ilklerden gelen bir anlam–değer çerçevesi üretiyor ve bu çerçeve bütüncül/holistik bir elektromanyetik alana dönüşüyor. İnsanlar, maddî güvenlik dışında, bu alan içinde manevî yani anlam–değer güvenliği de kazanıyorlar. İnsanlar için, maddî ve manevî güvenlik içinde birlikte yaşayabilecekleri bir hikâye yazmak ve bu hikâyeye davet etmek çok önemli. Akıl, hukuk, aydınlanma, insan hakları, demokrasi, vb. kavramlar bu hikâyenin parçaları hiç şüphesiz. İlginç olan hiç kimsenin ilk elde itiraz edemeyeceği renksiz kavramlardan, mefhumu suistimale açık ve manipülasyona elverişli bir bütün inşa etmeleri yani hâlâ içinde nefes alıp verdiğimiz bir hikâye yazmaları.

Görgün: Hikâyesini yazıyor ve aslında onların istedikleriyle, ortaya çıkan durumun, insanlığın geri kalan kısmının sürece ayak uyduracak yetkinlikte olmadıkları için, örtüşmediğinden şikâyet edebiliyorlar. Diğer taraftan da söylemler üzerinden bunun aslında olması gereken durum olduğunu, “mümkün dünyaların en iyisinde yaşadığımızı” ihsas ettiriyorlar. Bunu başarabildikleri müddetçe, kesinlikle alternatifleri yok.

Fazlıoğlu: Tahsin hocam, dikkat edersen baştan beri bir noktaya işaret etmeye çalışıyorum: Üç asırdır bir hikâye yazıyorlar; bunu çok çeşitli söylemlerle de destekliyorlar. Peki! Ne oldu da senin açıklamalarına da atıfla, her şey, en azından görünüşte, yolunda giderken bunu bizzat kendileri yıkmaya çalışıyorlar? Güç zehirlenmesi mi, ahmaklık mı, küstahlık mı? Yoksa işin içinde bizim bilmediğimiz ve görmediğimiz daha derin “okült” bir neden mi var?

Türker: Soruya bir soru ekleyeyim, gerçekten yıkıyorlar mı?

Çitil: Hocamın dediği de o, savaştan sonra herhangi bir Batılı “İnsan haklarından yanayız” derse kim inanır? Bu yıkılma, bu bir yıkma…

Türker: Bunu yine azınlık bir grup söyleyebilir, diğerleri onların oluşturduğu –Tahsin hocanın bahsettiği– konfor içinde bunu unutabilirler, insan gerçekten unutmaya çok meyyal.

Fazlıoğlu: Ömer hocam dediğin yabana atılmaz. Ancak her unutma, irâdî değildir; yüzleşmenin bedelini ödemeyi göze alamadığında da “unutmuş gibi” yapabilir insan; devam edebilmek için. Başka bir deyişle, unutmak da bir hatırlamadır; ancak daha derinden işler; zamanı geldiğinde gömülü olduğu yerden çok sert ve yıkıcı bir şekilde açığa çıkabilir. Yine de takip edebildiğim kadarıyla dünyanın hemen her yerinde bastırılmış hâfıza uyanmaya başladı. Elbette vicdânî âdil hafıza da devrede.

Çitil: Onun sıkıntısına katlanamadığın için unutursun, bastırırsın.

Fazlıoğlu: Doğru hocam. Amerika ve Kanada’daki deneyimlerimin hasılasına göre bastırılmış bir tepki ve enerji var. Ve bu karşılıklı. Her bir taraf birbirine karşı teyakkuzda; güvenmiyorlar birbirlerine. Bir de elbette, güçlünün küstahlığını eklemek gerekiyor. Bu yalnızca maddî güç değil; psikolojik, hatta yapay olarak üretilmiş mağduriyetten kaynaklanan bir güç de var. Söz konusu karşılıklı bastırma hâli, bir koruma kalkanı da üretiyor hiç şüphesiz. Zaten sorun da bu: Kim, niçin bu koruma kalkanını çökertsin? Ya böyle bir kalkana ihtiyaç duymayacak bir güç sarhoşluğu söz konusu; ya da ahmaklık. Ya da daha yukarıda birileri, başka birilerini gözden çıkarttı; daha sonraki operasyonları için meşruiyet alanı oluşturuyor. Tahsin hocamın üzerinde durduğu konunun biraz dışına çıktık ama…

Görgün: Evet! Burada mesele şu: Fiziğin imkânlarını kullandıktan sonra, ortaya çıkan durumu veri olarak esasa yerleştirip sonra onun üzerine anlamlar yükleyerek bir dünya oluşturduğunuzda, netice itibarıyla insanı “oldu bittiler” üreten mekanik bir güce mahkûm ediyorsunuz. Oldu bittileri temin eden mekanik güç, bir araç gibi gözükse de eğer ona hükmeden bir üst değer, değişmez ve aşkın bir ilke olmazsa, bizzat amaç haline gelerek insanı araç haline getiriyor. Öldürme gücünü sınırsız kullanma, herhangi bir sınır tanımama, ancak vicdansız bir gücün etkin olması durumunda kendisini gösterir. Naziler kadar İngilizler ve Amerikalıların, yerine göre Ruslar, Fransızlar ve Çinlilerin güç kullanımına bir “hadd” konul/a/maması, tam da bu vicdansızlıkla alakalı gözüküyor. Nerede gördük bunu? Şimdi Gazze’deki duruma benzer olarak Almanların İkinci Dünya Savaşı esnasındaki acımasızlıkları kadar mesela İngilizler ve Amerikalıların İkinci Dünya Savaşı’nın son aşamasında, Ruslarla birlikte yaptıkları; Amerikalıların, iki tane Japon şehrine atom bombası atmaları, “zafer”in mekanik bir güç tarafından ve bir mekanizma tarafından elde edildiğini göstermektedir. İnsanlık tarihinde atom bombası kullanmış kaç tane millet var?

Türker: Bir tane işte Amerika.

Görgün: Bir tane. Şimdi aynı Amerika ve İngiltere, Dresden’i İkinci Dünya Harbi’nde, savaşın bitme aşamasında, üstelik hiç de gerekli olmadığı halde, tüm bir şehri halı bombardımanı şeklinde bombaladılar. Daha yakın zamanda Amerika’nın Afganistan’da yaptığı, Irak’ta yaptığı, Suriye’de yaptığı; Fransa ve İngiltere’nin Libya’da yaptığı hep aynı. Yapılanlara baktığınız vakit, aslında Gazze’de yapılan şey, yani İsrail’in icra ettiği katliam ve insanlığa karşı işlediği suç, birinci değil. İsrail muhtemelen kendisini bu verdiğimiz örnekler üzerinden savunacak. Yani ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’yı yargılamadan, İsrail’i yargılayamazsınız.

Türker: Suriye gibi dokuz milyon insanın yerinden edildiği bir vakıa var, daha on senelik bir vakıa.

Görgün: Evet, şimdi buranın, yani Gazze’nin özelliği nedir? Gazze neden daha fazla fark edildi ve hissedildi? Aslına bakılırsa tüm katliamların hazırlanma süreci yapısal olarak bir benzerlik taşıyor: Müslüman bir grup Batılıların canını acıtacak bir eylemde bulunuyor ve halk, bu grubun onların sahip olduğu her şeyi tehdit ettiği hususunda ikna ediliyor. Buna bağlı olarak bu grubun ve destekçilerinin, bunlar bir bütün olarak Müslümanlar oluyor, “düşman” ve “öteki” olarak teşhis edilerek, gerekli muameleyi görmeleri sağlanıyor/du. Haberler kadar söylemler, sistematik olarak tehdit altında olan hayat tarzlarını korumaya çalışan, kendisini savunan bir Batı görüntüsünü verebiliyordu. Ayrıca, diğer bölgeler, mesela Afganistan, Çeçenistan, Irak veya Suriye, hatta yerine göre Doğu Türkistan söz konusu olduğunda, nispeten belki formuna, formülüne, uydurarak insanların gözünden uzak tutma imkânı bir yerlerde vardı; onu sonuna kadar kullandılar. Ama buraya geldiğimizde, burada öyle bir şey var ki, bir de bir taraftan İhsan hocanın bahsettiği, işaret ettiği husus yine çok önemli, bir sürü Yahudi, ama vicdan sahibi bir sürü insan, mesela Amerikalı, İsviçreli, Kanadalı, Fransız, hatta yerine göre İspanyol ve Belçikalı gazeteciler kadar, internet üzerinden etkin olan farklı ortamlardaki görüntülü söylemler burada kendisini gösteriyor. Buna, ne olursa olsun, açık hava hapishanesi haline getirilen Gazze’nin gardiyanlığını yapan Birleşmiş Milletler’in görevlilerinin katliamdan payını almasını da eklemek lazım. Bir şekilde orada bulunanların orada gördüğü, bizzat müşahede ettiği şeyler, bir şekilde vicdanını muhafaza etmiş olanların vicdanını o kadar sızlatıyor ki, söz söylemeden, onu anlatmadan duramıyorlar. Hatta tüm gemileri yakarak icabında bunu anlatmak zorunda kalıyor bir sürü Yahudi.

Çitil: Evet böyle konuşan bir sürü gazeteci çıktı hocam, doğru.

Görgün: Gazze’nin şu andaki mevcut durumunu dikkate aldığımızda mesele, öldürülenler değil; o bebekler, çocuklar değil, onun ötesinde iki buçuk milyon insanın orada çevrilerek onların tüm gıda, hatta su yani içme suyu imkânının dahi elinden alınması... Şimdi bunu birileri yapıyor; yapmayı düşünüyor değil, bilfiil uyguluyor. İnsanla birlikte insanlığı da öldürüyor… İnsanlığın öldürülmesi asıl mesele; insanın öldürülmesi sonuç… Ve bunu Daru’s Selam’da –Jerusalem’in mânâsı budur– yapıyor…

Fazlıoğlu: Hakikaten hocam. Aşağılarcasına Dâru’s–Selâm’da insanları ve insanlığı katlediyorlar. Bir taraftan da Altın Buzağı’ya tapan Samirîler ile Yehova’ya tapan Musevîlerin anlatısı dikkate alındığında, bu işi yapanların Yahudî–Musevîler değil de Yahudî–Sâmirîler yani Siyonistler olduğu söylenebilir.

Çitil: Deminki konuşmayla ilgili bir şey söyleyeyim. Bir hipotez de şu olabilir hocam, bir bakıma da nüfus açısından, ekonomik faaliyet açısından bu bahsettiğimiz çete, geriliyor; üstünlüğünü yavaş yavaş kaybediyor fakat askerî üstünlük hâlâ onlarda. Yani Amerika Birleşik Devletleri askeri bakımdan hâlâ dünyanın lideri…

Görgün: Yani askerlik dediğimiz, fizik, kimya ve biyoloji… Ama aynı zamanda algoritmik organizasyon imkânları. Pentagon bu cihetten dünyada bulunan vicdansız olarak öldürme gücünü elinde bulunduran ve bu gücünü hiçbir sınır tanımadan kullanan formel bir yapı; oluşturulan algoritmalar üzerinden, vicdansız bir şekilde etkin. Gazze’ye atılan bombaların ve orada katledilen insanlar kadar, tamamen yıkılarak mümkün olduğu kadar insanlar için yaşanamaz hale getirilen Gazze şeridinde etkin olan güç, Pentagon’dan bağımsız değil. Resmi rakamlarla sekiz yüz milyar dolardan fazla savaş bütçesi olan –NATO imkânlarını da içeren gayri resmi bütçeyi tahmin etmek oldukça güç–, dünyadaki en büyük savaş makinası, Pentagon dediğimiz örgüt. Ve bu güç, etki istiyor; etkin olmak istiyor; oluyor da. Gazze bu cihetten bir “mazhar”; insanlığın varlık şartlarının bir zaman ve mekânda görünür hale geldiği “bir hadise”. Hem bir son uç ve sonuç; ama aynı zamanda, gerekli ibret alınırsa, bir başlangıç, bir baş uç.

Çitil: Evet, fizik ve kimya hâlâ onlarda. Hani ne yapmaya çalışıyorlar dersek; artık söylem üstünlüğü de elimizden gidiyor, millet bizim söylediklerimize filan inanmıyor, kendi yollarına devam ediyorlar. “Ya şu an savaşta bir şeyleri elde edebiliyorsak elde ederiz, yoksa da zaten tamamen elimizden kaçırırız” diye de düşünüyor olabilirler. Ben şundan da endişe ediyorum; bu savaş bir sonraki aşamada büyük ihtimalle İran’a genişleyecek. Belki bir sonraki aşamada başka yerlere genişleyecek ve biz kendimizi hakikaten Üçüncü Dünya Savaşı’nda bulacağız.

Fazlıoğlu: Panik mi var diyorsun hocam? Doğru olabilir. Çünkü mevcut durum bir ahmaklık ve küstahlık değilse; eylemlere belirli bir bilinç eşlik ediyorsa, yapılan büyük yanlışlar dikkate alındığında bunun akl–i selîmi tarumar eden bir panik olduğu söylenebilir. Zîrâ, ancak mevcut durumunu tehlike içinde gören, bu kadar şiddetle ve kontrolsüz sağa–sola saldırır; kendini ele verecek hatalar yapabilir.

Çitil: Bir panik olduğunu da düşünüyorum. Çünkü şu an Çin’le, İran’la savaşmazlarsa yakın zamanda savaşarak üstünlük sağlayamayabilirler…

Görgün: Savaşamazlar, evet.

Çitil: Bu, geri dönülmeyen bir noktaya geldiğimiz anlamına da geliyor olabilir, Üçüncü Dünya Savaşı açısından…

Üçer: Şimdi “Buradaki savaş, nasıl bir savaş?” sorusunu sorduk söyleşinin başında. Aslında benim aklımın kestiği kadarıyla buradaki savaş, bir vekalet savaşı. İhsan hoca da ona dikkat çekti, Ayhan hoca da aslında bu katmanların hepsinin üzerinde bulunan katman olarak buna işaret edebileceğimizi söyledi. Nasıl bir vekalet savaşı? Evvelâ önümüzde herkesin ilk bakışta fark edeceği açık bir gariplik var… İsrail, teokratik bir devlet. Halihazırda ileri derecede kapitalistleşmiş, seküler, liberal ulus veya ulus aşırı devlet düzeni açısından bu, 17. yüzyılda geride bırakılmış bir kamusal düzeni tesis ve yönetim formu esas itibarıyla. Peki nasıl oluyor da belirli teolojik prensipler etrafında kendisini gerekçelendiren böyle bir teopolitik yapı, seküler modern dünya düzeni nezdinde kendisine destek buluyor? Bu soruya cevap bulduğumuzda, aslında ortadaki savaşın mahiyetine, düşmanın kim olduğuna, hadisenin genel olarak İslam dünyasıyla, özel olarak da  Türkiye ile irtibatına dair birkaç çıkarım yapabiliriz gibime geliyor. Şimdi önce şunu hatırlayalım, modern dünya düzeni, Vestfalya düzeni olarak tabir edeceğimiz bir yapı üzerine tesis edilmiş. Bu yapının esasında da Otuz Yıl Savaşları ertesinde şu krize dönük bir çözüm arayışı yatıyor: İnsanların güvenli yaşamını tehdit eden daimî bir çatışma var ve bu çatışmanın kaynağı dinî inançların kamusal hayatı hakimiyeti altına alma yönündeki rekabetidir. Özetle “Din, çatışma kaynağıdır”. “Bu problemi çözmek için ne yapılması gerekir?” sorusuna ise, dini çatışma kaynağı olmaktan çıkaracak şekilde “‘politik yasa’nın kamusal alana hikmeti kendinden menkul bir vaziyette hâkim kılınması gerekir” cevabı veriliyor. Bu tespite binaen Vestfalya düzeninin bir ilkesi şöyle beliriyor; bu anlaşma etrafında tesis edilen Avrupa düzeni içerisinde herhangi bir ülke, dini–teolojik prensiplere yaslanarak kamu düzenini tesis yolunda iddia sahibi olursa bizatihi düzen için tehdit teşkil eder. Yani ülkelerden biri; ilâhî yasayı toplumsal düzenin esasına yerleştirecek, kamusal düzeni onunla irtibatlı bir şekilde tasavvur edecek bir eğilim sergilerse komşu devletler ona müdahale hakkına sahip olur. Normalde Vestfalya düzenin esası, ülkelerin komşu devletlerin iç işlerine karışmaması ve tüm devletlerin egemen olarak tanınmasıdır. Ancak bunun bir istisnası vardır: Devletlerden biri ilâhî yasayı kamu düzenini tesis edecek şekilde yeniden merkeze alırsa bu durum, komşu devletlerin bu ülkeye müdahalesi için gerekçe teşkil eder.  Dolayısıyla laiklik, bu mânâsıyla, tek tek ülkelerin kendi iç işleriyle ilgili bir mesele değil, çağdaş politik küresel düzenin kuruluşu ve bu haliyle sürdürülebilmesiyle ilgili bir şeydir. 

Türker: Meselenin zemini…

Üçer: Şimdi bunu aklımızda tutarak şu soruyu İsrail sadedinde yeniden soralım: Her türlü tadile rağmen Vestfalya düzeni hâlen devam ediyor mu? Devam ediyor. Evet, on yedinci yüzyıldan itibaren birçok dönüşüm gerçekleşti; monarşiden cumhuriyet rejimlerine, cumhuriyet rejimlerinin doğurduğu diktatörlükler ve aydınlanma ertesinde faşizmlerden liberal demokrasiye doğru gelen bir dönüşüm çizgisi var. Fakat bu dönüşümlere esas teşkil eden yeni çözümlerin tamamı, önceki çözümleri içine alıp ona yeni çözümler ekleyerek ilerliyor. Dolayısıyla Vestfalya’nın 17. yüzyılda tespit ettiği krize getirdiği çözüm, ileri derecede kapitalistleşmiş liberal demokrasiler açısından da hâlâ geçerli: Dünya sahnesinin dışındaki herhangi bir ilkeye, ilâhî yasaya müracaatla sahneyi düşünme ve düzenleme teşebbüsü yasak. Böyle bir şey düzenin esasını sarsacak bir tehdittir ve böyle bir tehdit barındıran ülkelere düzenin koruyucularının müdahale hakkı vardır. Bu tespiti zihnimizin bir kenarında tutarak mevcut dünya düzenine bir bakalım. Düzenin etkili aktörleri olarak Amerika ile birlikte Avrupa’yı bir tarafta, Rusya ve Çin’i de bir tarafta görüyoruz. Rusya ya da Çin’in Vestfalya düzenine yön veren temel çözüme tehdit teşkil edecek bir yapıya sahip olduğu söylenebilir mi? Bilakis kapitalistleşen Çin, zaten devlet ateizmini tesis ve tervic ediyor. Rusya açısından Ortodoksluk tümüyle araçsallaşmış bir şey; kapitalist iktisadi sistem ve sömürgeci siyasetin kötürümleşmiş bir manivelası, insanlığa teklif edeceği herhangi bir şey söz konusu değil. Dolayısıyla çağdaş küresel, –Teoman hocayı analım, Allah rahmet eylesin– İngiliz Yahudi medeniyeti tarafından inşa edilmiş bu düzenin esaslarına meydan okuma kabiliyetine sahip, canlı, hâlâ sahnenin dışındaki ilkelere müracaat ederek burayı yeniden düşünebilme ve “adaleti hakkıyla, ancak Hakk’a kulluk edenler tesis edebilir” iddiasına sahip tek hangi topluluk var? Müslümanlar var. Dolayısıyla İslam dünyası, bu mânâda oyunu bozma ve düzeni yeniden tesis imkân ve iddiasına sahip tek merkez. Peki bu minvalde İsrail ne ifade ediyor, neyin vekili? Bu iddia aksını ve merkezini sürekli bir biçimde tâli bir çatışmayla meşgul etme, bu merkezi buharlaştırma stratejilerini gizleme, asıl düşmanı gizleyerek kendisini ana düşman olarak gösterme ve sürekli çatışma haliyle coğrafyayı kötürümleştirme. Herkes ne diyor? “İsrail varlığını sürdürdükçe ve Filistin sorunu devam ettikçe Ortadoğu’ya barış gelemez.” Bunun bir anlamı nedir? Bizzat İsrail’in varlığı üzerinden İslam dünyasında sürekli bir çatışma hali tertip etmektir. 

Fazlıoğlu: Bana sorarsan dünyada da gelmez, gelemez. Yapay da olsa tehdit algısının sürekliliği operasyonlara meşruiyet sağlar. Bu nedenle sanıldığının, hatta ümit edildiğinin aksine hiçbir zaman yeryüzüne tam barış gelmeyecek; tam barış demek, her yerde savaş demektir; çünkü müdahaleye, suistimale, manipülasyona vb. imkân vermeyecek bir çözüm, daha büyük bir sorun olarak geri döner bu zihniyete göre… 

Üçer: Evet tabii dünyaya da gelemez bu cihetten baktığımızda. Ve bu sorun hiç bitmeyecek, mütemadiyen Filistin’i aşıp İran’a, Yemen’e, Irak’a, Türkiye’ye, Pakistan’a, Orta Asya’ya, Azerbaycan’a, Körfez ülkelerine ve Mısır’a sirayet ederek ilerleyecek. Şunu demek istiyorum: İsrail’in merkezinde yer alıyor gibi göründüğü sorun, İsrail’le ya da Filistin topraklarıyla ilgili değildir. Filistin toprakları tümüyle İsrail’e verilse bile bu sorun çözülmez; büyüyüp Türkiye’ye ve diğer bölgelere yayılır. İsrail ve Yahudiler, aslında Müslümanların “kurulu düzeni” bozma ve yeniden kurma yönündeki aslî iddiasını kötürümleştirme amacı taşıyan şeytani bir yapının vekili olarak bu coğrafyadalar. Bu vekalet savaşını yürütürken Yahudilerin de burada bir açıdan “istismar” edildiğini düşünebiliriz. Çünkü her türden dini, devleti, aileyi, ahlâkî ilkeleri kendisine tehdit olarak gören bu yapı, Yahudi teolojisini istismar ederek onları, İslam dünyasını, daimî bir çatışma içinde tutmak üzere kendisi için araçsallaştırıyor. Araçsallaşmış haliyle Siyonizm, Biden’ın İsrail ziyaretinde itiraf ettiği gibi mensup olmak için Yahudi olmayı bile gerektirmeyen tümüyle seküler bir ideolojidir ve Yahudiler için bir yer bulma iddiası Filistin’le sınırlı değildir, Yahudi teolojisinin istismarıyla tayin edilmiş somut bir coğrafya olarak Arz–ı Mev‘ûd, yani vadedilmiş topraklardır. Vekil Siyonist ideolojinin hakimiyeti altına almayı umduğu vadedilmiş topraklar neresi? Müslümanların oraya yerleşmek suretiyle cihan hakimiyeti elde ettiği ve tekliflerini insanlığa tarif ve temsil ettiği topraklar… Bu itibarla bizim için asıl mesele, içinde yaşadığımız sahneyi, onun kurucu ilkelerine göre düşünerek âdil bir düzen kurma iddiasıdır. İsrail’in ve Siyonist ideolojinin bir tür vekalet savaşı yoluyla bozmaya ve kötürümleştirmeye çalıştığı şey de bu iddiadır esas itibarıyla.

Türker: Bu iddiayı tekrar edebilir misin?

Üçer: Yani tarihî–toplumsal varlık alanının nebevî habere ve ilâhî yasaya nispetle tasavvur edilmediği durumda, yürüyen düzenin daima kula kulluk ve zulüm düzeni olacağı, hakiki mânâsıyla adaletin ancak Hakk’a kulluk etmeyi insânî yaşamın ilkesi haline getirmek suretiyle tesis edilebileceği iddiası. Âkif’in dediği gibi, hürriyetin ancak Hakk’a tapanların hakkı olabileceğini gösterecek bir iddia... 

Fazlıoğlu: Sahnenin içinde kalarak sahneyi düzenleyemeyeceğimize göre sahnenin dışından bir ilkeyi dâhil etmek mi lâzım? Buna izin vermezler. Kendilerine insanlıklarını hatırlatacak; zulmettiklerini, katlettiklerini de insan kümesinin bir üyesi kılacak; hele üretim–tüketim çarkını sekteye uğratacak, hatta yavaşlatacak, kârı düşürecek, bırakınız uygulamayı, tehdit teşkil edecek hiçbir fikre bile yaşam hakkı tanımazlar.

Üçer: Çünkü bu kölelik düzeni böyle tesis edildi.

Türker: Şimdi bu olay onu mu kötürümleştiriyor onu anlamadım.

Görgün: Şunu gerçekten de söyleyebiliriz: Orada İsrail diye bir devletin kurulması ama sadece İsrail değil aslında Lübnan’ın kurulması da benzer bir şey. Tam da bu mânâda kötürümleştirme, gerektiğinde sürekli buraya müdahale etme imkânı bu oluşumlar sayesinde muhafaza ediliyor.

Üçer: Hadi şunu söyleyelim: İsrail mesele değil ki. Yani İslam dünyasında suni ulus devletlerin suni rejimler aracılığıyla tesisi de İsrail meselesinin bir parçası olarak ele alınmalıdır.

Görgün: Benzer, benzer kesinlikle. Osmanlı sonrası oluşturulan “düzen/sizlik/in” her unsuru, buna dahildir. Burada bulunan tüm unsurlar, varlık sebeplerine uygun bir şekilde işlerler. Şimdiye kadar Filistin’in muhafaza edilemeyişinin ve gelinen noktada tarafların kendilerini konumlandırışında yeni gibi gözüken durum, aslında yeni değil; orada olan, ama gözükmeyen, kendisini göstermeye başlamıştı, ki...

Çitil: Bu savaş çıkmadan önce herkes İsrail’le anlaştı; o sunî devletler… Suudi Arabistan’ına kadar, Ürdün’üne kadar, Körfez ülkelerine kadar… Biri hariç hepsi anlaşma yaptı İsrail’le.

Görgün: Katar hariç.

Üçer: Şimdi toparlıyorum hocam. Vestfalya düzeni ertesinde monarşilerin yıkılmasına sebep olan şey neydi? Zikredelim: Masonluk ve İlluminati teşkilatları. Goethe bile üyeydi değil mi hocam?

Fazlıoğlu: Hegel de öyle. Reinhart Koselleck’in Kritik ve Kriz –Burjuva Dünyanın Patolojik Gelişimi Üzerine Bir Katkı– adlı kitabında bunların dökümü ve ilişki ağları müzâkere ediliyor. Merhum Teoman Duralı hocamız da Çağdaş İngiliz–Yahudi Küresel Medeniyeti’nde daha kurumsal hâle gelen bu teşkilatları ve kullandıkları araçları teşrîh ediyor.

Görgün: Kant…

Üçer: Şimdi bunlar ne dediler; işte en son G–20’de dile getirilen iddiaları hatırlayalım... Lessing masonlukla ilgili kitabında diyor ki; “İnsanlığın ebedî barışının önünde üç engel vardır: Dinler, devletler ve ahlâkî ilkeler.” Dolayısıyla tek küresel ahlâk, tek dünya, tek insanlık idealini gerçekleştirmek üzere, iktisadî yapının himayesinde ilerleme, insanlığın amacı olarak görülmelidir. Şu an küresel iktisadî yapının da esasına yerleşen bu ideoloji her ne ise…

Çitil: Teknolojiyi de katarak transhümanizme evrildi zaten.

Üçer: Evet, işte bu ideoloji İsrail’i elverişli bir vekil olarak kullanmak suretiyle kendisini gizliyor, dahası bu çatışmaların kaynağında olmasına rağmen bir de hakem rolü talep ediyor. 

Görgün: Kullanılmaya açık bir insan grubu var orada da. Yahudiler tabii ki bunu istiyor; kendilerine Hıristiyanlar, Hıristiyan Siyonistler ve dünya sistemi tarafından sağlanan desteği sonuna kadar kullanıyorlar. Ama aksi de söz konusu; Yahudiler de kullanılıyor. Ancak burada bir hususu gözden kaçırmamak gerekir: Bu karşılıklı kullanma ve kullanılma, duruma göre muhasebe/hesaplaşma Müslüman topraklarında ve Müslümanların sırtından yürütülüyor. İsrail bir mesele olmakla birlikte, kendi başına sorunu açıklamaya yetmez.

Üçer: Ama İsrail yapmasa da ilke olarak bunlar bize bunu bir türlü yapardı, yaşatırdı. 

Fazlıoğlu: Kesinlikle. Süreç bir şekilde niyet ile amacın uyumu çerçevesinde yürüyecek zaten; bir şekilde gerçekleştirilecek yani. En başta bu soruyu sormuştum: “İsrail bir fâil mi yoksa tetikçi mi?” İsrail’in ön planda olması fâil olduğuna delâlet etmez; belki de kullanıldığını gösterir. Yahudileri ön planda tutarak meseleyi dinî bir çatışma çerçevesinde manipüle edip, asıl niyetlerini örtmeyi düşünüyor olabilirler.

Üçer: Şeytanlaştırıyorlar. Şöyle ki Batı dünyasındaki bu yürüyüşlerden kalkarak bazıları küresel vicdanın orada tezahür ettiğine değiniyorlar. Bunların kontrollü ve planlı tezahürü ihtimalini not edelim. Ancak, böyle olmasa dahi, bu yürüyüşlerin arkasında ağzımızı doldurarak meşru bir şekilde kullanacağımız Batılı yahut küresel vicdan bulunduğunu söyleyemeyiz. En iyi, Müslümanların Gazze’deki iradeleriyle harekete geçirdikleri bir insânî duyarlılık olarak tasavvur edilebilir bu. Sahip olmamız ve harekete geçirmemiz gereken de bu fıtrî insânî duyarlılıktır.

Fazlıoğlu: Önemli bir noktaya değin İbrahim hocam. Geçen hafta, Anadolu’da bir üniversitede verdiğim Gazze konferansında bu konu üzerinde ayrıntılı bir şekilde durdum. Gerçekten de tüm toplumsal ve kamusal tepkileri olumlu değerlendirmemek lâzım; büyük bir kısmı gaz almak, rahatlatmak, enerji boşaltmak, öfke dindirmek, vb. amaçlarla yapılıyor. İlk katıldığım Filistin mitingi 1978’deydi. 2023 Sonbaharına geldik; hâlâ Filistin mitingleri yapılıyor. Bu tür etkinlikler aslında toplumu kontrollü rehabilite etmenin de bir aracıdır. Sahici olanı tefrik etmenin çok basit bir yolu var: Bu mitinglerden sonra ne yapıldı; ne yapılıyor? Ve dahi ne yapılacak?

Üçer: Burada mesele sadece tepki vermek değil, iddia ortaya koymak. Ömer hocam dediniz ya “Peki biz burada neyi gördük?”. Batılılar, bizim bu analizi bu kadar açıklıkla yapmamızı isterler miydi? Riskler imal etme ve onları çözme yoluyla dünya düzeninin sürdürüldüğü çerçeveyi düşünelim. Gizlenerek sunî riskler yaratıyor, yarattıkları bu riskleri kendileri çözüyor ve efendiliklerini bu yolla sürdürmeyi seçiyorlar. Normalde bunca süre boyunca düzeni böyle devam ettirdiler. Ancak Gazze meselesi, bu hileyi ifşa etti, burada açığa çıktılar. Onların yüzündeki maskeyi, bizim gözümüzdeki perdeyi kaldıracak bir hadise oldu Gazze. Peki, niçin Gazze meselesinde kendilerini saklayamayıp, neredeyse tamamen irrasyonel bir şekilde İsrail’in her türlü haksızlığının arkasında durarak bu denli açığa çıkmayı göze aldılar? Ekranlardan hepimiz izledik; Amerika’dan Avrupa Birliği’ne kadar tüm Batılı yetkililer iradeleri ellerinden alınmış robotlar gibi bebek katliamlarını savundular, resmen bir soykırımı desteklediler. Yani bu kez açığa çıktılar. İki yüzlü davranmadılar, sadece yüzlerindeki maske kalktı ve gerçek yüzleri göründü. Hamas’ın Aksa Tufanı hareketinin küresel düzen için sunî değil, hakiki bir risk olarak kendisini gösterdiğini ve kendilerinin imal etmedikleri bu risk karşısında, iki yüzlülükle işini yürüten sistemin “error verdiğini” ve cansiperane bir biçimde İsrail’in arkasında durduğunu söyleyebiliriz. Hakiki bir irade sunî ve mamul iradeleri bozma gücüne daima sahiptir. Demek ki bu tür hakiki riskleri çoğaltmamız gerekiyor. Peki, niye bu kadar pervasızlar? Niye bir şeyden korkmuyor ve sonuna kadar bir soykırımın arkasında duruyorlar? Muhtemelen bahsettiğim küresel düzen içinde herhangi bir ülkenin, yani herhangi bir Müslüman ülkenin, asıl tehdit oradansa, bu küresel düzenin dışına çıkmak suretiyle kendisini bir tehdit olarak konumlandırma cesareti göstermeyeceğini düşünüyorlar. Yani pervasızlıkları, biraz açığa düşmüş olmanın getirdiği korkudan biraz da bizim iradesizliğimizden kaynaklanıyor. Nitekim İsrail’in karşı operasyonunda elde ettiği kısmi başarılar ertesinde, soykırıma kayıtsız şartsız destek veren pervasız açıklamalar yerini iki devletli çözüm vs. gibi eski kaypak dile bıraktı. 

Fazlıoğlu: Bu yoruma kısmî olarak katılıyorum. Ancak mesele yalnızca başka bir taraftan gelen kendi kontrollerinde olmayan bir risk, tehdit değil; aynı zamanda bu riski, tehdidi bertaraf etmek için kullandıkları yöntemlerin bizâtihi kendileri için de bir risk ve tehdit teşkil etmesi. Benim vurgum ikincisine. Bu ya hazırlıksız yakalandıkları için paniklediklerine ya yetersizliklerine ya da ahmaklıklarına ya da kendilerine aşırı güvendiklerine vb. işaret edebilir. Bunu konuşabiliriz. Ancak, bu olay karşısında yaptıkları her neyse, bunu her yanıyla ve her yönüyle hesapladılar, planladılar, vb. demek bana pek doğru gelmiyor. Tarihteki olayların bu kadar mekanik gittiğini düşünmüyorum. Yapay zekayla tüm değişkenleri tespit etseler bile özgür insanların her türlü hesabı bozacak, en azından geciktirecek eylemleri söz konusu. İnanıyorum ki, hâlâ özgür insanlar var. Sosyal medyada şöyle bir cümle yazmıştım: Filistinliler Almanlardan daha özgür. Çünkü karşı çıkma cesaretleri ve ölmek için tercih kudretleri var. Yeryüzünde gelecek her eylem için bir “kultur” ulusu Almanların özgürleşmesi, dahi özgürleştirilmesi şart. Bu nedenle Almanlara kızmak değil de acımak daha doğru bir his. Düşünsenize aynı yüzyılda hem soykırım yaptılar hem de yapılan soykırımı hem destekliyorlar hem de savunuyorlar. Ne için? Yalnızca Yahudilere bedel ödemek için mi? Hayır sanmıyorum. Tek bir cevabı var: Özgür değiller. Yoksa Almanlar gibi hangi aklı başında bir millet böyle bir aşağılık zillete katlanabilir. Kısaca şuna inanıyorum: Kendi dünyaları için ölümü tercih edebilecek insanlar hâlâ var ve bu iyi –saatte–olsunları rahatsız ediyor. Gazzeliler özgür; tam da bu nedenle ölümü tercih edebiliyorlar. Tahsin hocamın dediği fizik–mekanik–matematik yöntem, özgürlüğü sayamaz; ölçemez ve hesap edemez. Özgürlük, Aslî Faille irtibatlı olan bizdeki fazlanın tecellisidir de ondan.

Üçer: Hocam konuşmanın kalan kısmına teklifim var. Şimdi Avrupalıların, hâlâ özgür olan Hamaslıların bu tehdidi karşısında aldıkları pozisyonu daha fazla yorumlamayalım. Bu açığa çıkma durumu karşısında bize düşen ne? Bunu soralım. Bunu müzakere sadedinde biz hem eylem hem düşünce seviyesinde, hangi fikirleri ve eylemlilik biçimlerini öne çıkartabiliriz? Bunu konuşalım isterseniz, diğer bahisle ilgili analiz sanki buraya kadar yeterli.

Fazlıoğlu: Çözümlemenin ilkesi bilgi İbrahim hocam. Bu işler övgü ve sövgüyle olmaz maalesef. Her bir tedebbür, başarısını zemininde bulunan bir tefekkürden alır. Konuştuğumuz konuyla ilgili özel bir sohbette katılımcılara sordum: İçinizde Yaşar Kutluay’ın Siyonizm ve Türkiye kitabını okuyan var mı? Katılımcılar öyle üniversite öğrencileri falan değil.

Çitil: Tekâmül tayfa bunlar.

Fazlıoğlu: Yaşar Kutluay’ı bilmiyorlar değil birkaç kişi haricinde hiç duymamışlar bile. Siyonizm ve Türkiye kitabının hemen altında “Her Türk çocuğun okuması gereken kitap” yazar.

Çitil: Kırmızı bir kapağı vardı hatırladığım kadarıyla…

Fazlıoğlu: 1978’de MOSSAD tarafından öldürülmüştür. Devam ettim ve dedim ki, “Bu bir kitap; okumayabilirsiniz. Peki! İçinizde Tevrat’ı baştan sona okuyan var mı?”. Maalesef hiç el kalkmadı. İnsanlar dertlerinin bile takipçisi değiller. Kısaca, ben bu işlere verilen tepkilerin, yapılan yürüyüşlerin, diğer etkinliklerin samimi ve sahih olduğuna ancak ondan sonra ne yapıldığına bakarak karar veririm. Gerisi giderayak sorunun bir parçası olan ya da olabilecek bir gaz alma faaliyetidir.

Görgün: Duygusal, hissî.

Fazlıoğlu: Evet… Filistin kefiyesi takarak çok çeşitli tepki vermenin belli bir yere kadar anlamı var; gerekli de belki ama yeterli değil kesinlikle. Sorunu çözmek, sonuç alabilmek bu tepkilerden sonra ne yaptığımıza bağlı. Rahatlayıp uyuyorsak, ya da unutuyorsak, ki o da bir tür uyumadır, mevcut yanlışı besleyen başka bir yanlış içindeyizdir demektir. Bakınız Filistin meselesiyle –ki bana sorarsanız “İsrail meselesi” demek daha doğru– ilgili en önemli akademik çalışmaları yine Yahudi entelektüeller yapıyor. Neden?

Görgün: İhsan hocam, sanki Filistin’de bitiyor da orada başlamıyor gibi. Filistin’in mevcut hali bir sonuç olduğu için, sebeplerin aşılması gerekiyor. Sebepler dünya sistemiyle alakalı. Mesele Filistin’de Yahudilerin mevcudiyetiyle alakalı değil; orada insanların neyse o olarak, insanca yaşayabilmeleriyle alakalı. İbrahim’in analizi de meselenin siyaset ve uluslararası ilişkiler boyutunu işaret ediyor; bu cihet tabii ki önemli, kıymetli ama onun gerisinde bir bağlamı da var. Dine herhangi bir şekilde referans olmadan düzen kurmak ve ilişkileri bu şekilde yürütme talebinin ön şartları ve sonuçları var. Şimdi bunu söylediğiniz vakit geriye ne kalıyor? Geriye ortaya çıkmış olan küçük güç birimleri kalıyor ve o güç birimlerinin aslında…

Üçer: İslam dünyası açısından mı söylüyorsunuz?

Görgün: Hayır, genel olarak. Kendisine referanslı küçük birimler ortaya çıkıyor ve kendi varlığını muhafazayı ve etkinliğini varlık ilkesi olarak kabul eden ve aynı şekilde aynı şeyi varlık amacı olarak kabul eden birimlerden bahsediyoruz. Yani varlık amacıyla varlık ilkesinin özdeşleştirdiği bir durum söz konusu. Bunlar yerine göre devlet/çik/ler, yerine göre uluslararası şirketler ve sermaye güçleri. Şimdi bu formelleşen ve formel olarak birbirleriyle bir network/ağ oluşturan veya oluşturabilen birimlerin rol üstlendikleri bir düzen aslında. Meselenin ontolojik tarafı çok önemli ve bunun bu tarafı da matematikle alakalı. Yani 19. yüzyılda geliştirilen geometriler, Öklid sonrası geometriler, hepsi tüm bunlarla alakalıdır. Buradaki esas nokta şu: İlkesiz, yani prensip anlamında, mebde anlamında, ilkeleri bulunmayan ve birbirine tutunarak varlığını sürdüren, kendi varlığını muhafaza dışında bir sebebi ve gayesi olmayan unsurlardan müteşekkil bir mekanizma var. Mekanik bir ilişkiler düzeninin son ucu, bizim de meskunu bulunduğumuz modern dünya düzeni... İşte buna, bu düzene muarız olan ve buna hayır diyebilecek, bunu bozabilecek dolayısıyla dinle irtibatını muhafaza eden, daha doğrusu ilkeli bir şekilde bir hayat yaşama gibi bir iddiaya sahip olan yegâne insan grubu Müslümanlar. Bu, şu noktada çok önemli, bunun da altını çizmemiz lazım; son iki–üç yüzyılda çok şey oldu; bunlar çok önemli şeyler. Ancak ne olduysa oldu; olanı değiştirme imkânı olmadığı için, “hiç fark etmez” deyip işimize bakmamız gerekiyor. Her şeyden önemlisi bu sürecin Müslümanları ve İslam’ı yok edemediği ve yok edemeyeceğinin de ortaya çıkmış olmasıdır. 20. yüzyılın sonunda, geldiğimiz noktada yerkürede iki milyar Müslüman var, çok inanılmaz bir şey.

Çitil: Dört kişiden biri.

Görgün: Evet, yerkürede yaşayan her dört kişiden birisi şu veya bu şekilde, şu veya bu mânâda Müslüman. Bunların aralarında söz ve iş birliği yapması mümkün. Bu imkânın gerçekleşmesi, kendiliğinden olmayacak; ilkeli bir şekilde, yani ilkelere bağlı bir şekilde ve meşru maksatları gözeten bir düzeni ortaya çıkarmak, inkişaf ettirmek ve duruma göre inşa etmek yönünde makul yollar oluşturmak için cehd etmek gerekmektedir. Demek oluyor ki ilkeye bağlı olarak teşekkül etmiş bir mâkûliyet düzenindeki söz ve iş birliğinin tahakkukuyla, söz konusu Vestfalya Antlaşması’yla birlikte ortaya çıkmış olan ilkesiz, formel ve güç oluşturarak onun üzerinden tahakküm etme düzeni de açığa/boşluğa düşecektir. İlkesiz, formel yapıların oluşturduğu ağın, göründüğü kadar güçlü olmadığı; alternatifsiz gözüktüğü için, insanların veya insan gruplarının ona tutunduğu ve onun bu tutunmadan beslendiği kolayca fark edilebilir. Hak ve hakikatle irtibatı ihmal etmeyi varlık ilkesi haline getiren bir düzenin, insanlar ve toplumlar arasındaki ilişkileri hakkaniyete muvafık bir şekilde yürütemeyeceği açıktır. Gazze, sanki bize bunu gösteriyor; bunu fark edememiş olanların fark etmesini; fark etmiş olanların da daha ikna edici bir şekilde ifade etmesini sağlıyor. Bu esaslı bir imkân.

Üçer: Bozmadan düzen kuramayız.

Görgün: Tabii ki. Bunu dikkate aldığımız vakit, çözüm tekliflerini teşkil ederken, onu düşünürken, mertebe mertebe, kademe kademe insanlıktan alınmış olan şeyler var. Son üç yüz yılda adım adım insanlıktan ne eksiltildi? İnsanlığın nerelerde eksik kaldığını tespit ederek adım adım ikmal etmek zorundayız. Esasa mekanik, matematiksel, formel olanı yerleştirdiğiniz vakit, ona bağlı olarak işte bitkisel olanı, hayvanî olanı ve insânî olanı onun üzerine kurduğunuzda sonuç bu. Cismani olanı, nebati, hayvani ve insânî olanı sadece formlar ve formel olan üzerinden birleştirmek ve bunu bir düzen ilkesi haline getirmek, bunların her birisine, zulüm demektir. Mesele her bir varlık katmanını ve bunları birbiriyle irtibatlandıracak formları da aşan ve mümkün kılan, aşkın mebdeye irtibatı muhafazayla alakalı gözüküyor.

Çitil: Sadece kendimiz için değil tüm dünya ve insanlık için formel olanı aşan bir algoritmaya ihtiyacımız var.

Görgün: Kesinlikle! Mebdeyle, ilkeyle irtibatını koparmadan, tüm bunların hepsini kazanıp yönetebilecek bir yöneliş…

Türker: Evet, bence çok güzel tahliller yaptınız.

Üçer: Tahlil ve teklif Ömer hocam…

Çitil: Ben o algoritma meselesinde Tahsin hocaya katılıyorum. Lenin’in meşhur Ne Yapmalı? diye kitabı var ya bizim bir “Ne Yapmalı?” risalesine ihtiyacımız var.

Türker: Hepinizin tahlillerinden çıkan netice şu, Tahsin hoca da İbrahim hoca da çok güzel özetlediler. Aslında bu düzeni devam ettiren asıl itibarıyla güç unsuru; fizik diyelim, kimya diyelim her neyse, teknolojinin sağladığı o güç unsuru. Ben aslında burada bir açığa çıkma olduğunu düşünmüyorum açıkça söylemek gerekirse. Gözümüzün içine sokulması bu olayın ifşa olması değil benim kanaatimce. Olay çoktan ifşa oldu zaten.

Çitil: Gören gözler için ifşa oldu.

Türker: Şimdi bu ifşa çok kolay gizlenebilir bir ifşa. Diyelim ki yarın bir anlaşma olur, oraya insânî yardımlar gider, bu bir arşive dönüşebilir. Bunun arşive dönüşmesini önünde tek bir engel olabilir.

Üçer: Buradan çevirebilirler.

Türker: Çevirebilirler, çevirecekler de göreceksiniz. Burada bence mukabele bil–misil oluşturacak bir imkân lazım. Açıkça söylemek gerekirse mukabele bil–misil oluşturacak imkân da yine güçten geçiyor.

Fazlıoğlu: Teklif’in “Temeddün” sayısında şu noktayı, altını çizerek vurgulamıştım: Bir temeddün hareketi; askerî, iktisadî ve politik güç üretemiyorsa…

Türker: Dolayısıyla Müslümanlar, Ortadoğu’da veya dünyanın herhangi bir yerinde caydırıcı bir güç hale gelmediği sürece durmazlar. Müslümanların caydırıcı güç haline gelmesi ise son derece açık bir şekilde nükleer güç olmalarıdır. Ama amaçsal değil araçsal olarak…

Üçer: Ve birleşme. Şu an küresel ölçekte tüm güçler birlikten doğuyor, Avrupa Birliği, Çin, Rusya…

Türker: Bu bir güçte birleşme hocam… Kudret cazibelidir. Yani birisi güç olmayınca birlik sağlanmıyor. Birliği sağlayan şey, insanların iyi niyeti değil veya insanların uyanışı değil bu hataya düşmemek lazım. Çünkü hiçbir zaman çok büyük bir kitleyi böyle uyandıramazsın. Kelamcılar kudret kudret diyorlar ya söylediklerinde bir doğru taraf var; kudret cazibe merkezidir. Kudret, merkezî bir şey ve gerçekten İslam dünyasında yatırımların hem insânî hedeflere matuf hem daha özelde diyelim ki bu dünyanın îmârına matuf tüm yatırımların mukabele bil–misil doğuracak şekilde yapılması ve diğer tüm unsurların da bu doğrulukta dönüştürülmesine yönelik adımlar atılması lazım. Şu şartlarda bizim buradan çıkarabileceğimiz bir kâr var, o da bu olayı vesile bilip hayatın her alanına dönüştürücü unsurları güçlü bir sesle dile getirmek. Çünkü biz fiilen oraya gidip müdahale edemiyoruz şu anda. Yani buna gücümüz yetmiyor. Biz sadece konuşuyoruz, en yüksek rütbelimiz bile sadece bağırabiliyor, başka bir şey yapamıyor. İşin doğrusu elinden bir şey gelmiyor.

Fazlıoğlu: Yine de herkes gücü oranında arka planda bir şeyler yapıyordur. Bazen bağırıp çağırmalar acizlikten değil bazı şeylerin üstünü örtmek içindir. Netice herkes gücü oranında sorumludur. Önemli olan sahip olduğumuz maddî ve manevî imkânları son sınırına kadar zorlayıp zorlamadığımız.

Türker: Bizim bildiğimiz kadarıyla… Yani bizim içimizde de birileri bunu yapıyorlardır da hocam, düzeni dönüştürecek bir şey olmuyor. Yardımcı olmaya çalışıyorsun yani kabadayının birisi geliyor, mahallende birisini dövüyor, adam gittikten sonra ona yardımcı olmaya çalışıyorsun. Olay bu aslında. Dolayısıyla bizim bunu vesile edinip İslam dünyasında ve genel olarak dünyaya sirayet edecek şekilde teknolojik yapılanmayı, eğitim müesseselerini, insânî ilişkileri, gerçekten sorun olan ne varsa, bunu gündeme getirip dönüştürücü bir ivme kazanma ihtimalimiz var. Bir tek olay hatırlatıp bitireceğim. Haçlı Seferleri’ni anlatan kitaplarda bir figür var, Halepli Kadı figürü, yanlış hatırlamıyorsam Halepli. Haçlı Seferleri gelip bildiğimiz tarumarları yapıyorlar. Müslüman hanedanlıklar, kendi aralarındaki problemlerden dolayı bir türlü hakiki anlamda mukabele bil–misil yapamıyorlar. Aralarında bir birleşme, bir ittifak sağlanamıyor, kudret birliği sağlanmıyor. Diyorlar ki bu Halepli Kadı gitti, Bağdat’ta bir konuşma yaptı, kürsüyü parçaladı, bir uyanış gerçekleşmeye başladı. Yani bir ivme ortaya çıkardı. Bizim parçalayacak bir kürsümüz yok maalesef, bu acı bir şey.  Hani gidip şu kürsüyü parçalarsak şunu yapabiliriz diyebileceğimiz bir yer yok bizde. Bizim kürsümüz şu anda manevî, maddî değil. Bu manevî kürsüyü maddîye dönüştürecek atılımlar yapmamız gerekiyor. Fiilen orada bulunan durumla ilgili devlet çapında ya da insânî organizasyon çapında yapacağımız küçük katkıların dışında maalesef bir şey yok. Yapılabilecek şeylerin kahir ekseriyeti, diplomasi yoluyla yapılabilecek türden şeyler. Kuşkusuz bu, azımsanacak bir şey değil. Diplomasi, imkânların farkına vararak sınırlı kudretin çapı ve etkisini artırabilme maharetidir. Zannediyorum başta Türkiye olmak üzere bir kısım ülkeler de bu yolu etkin hale getirme çabasındalar. İnşallah muvaffak olurlar. 

Görgün: Evet, şimdi benim burada kısaca ifade etmek istediğim husus şu, bizim şu an bir defa farkında olmamız gereken bir şey var: Müslümanlar sıfır noktasında değil, bir hiç değiliz yani.

Fazlıoğlu: Öyle olsaydık bu konuları konuşamazdık. Devasa bir tarihî tecrübemiz var. En azından varlığımızla buradayız.

Görgün: Her halükârda bir varlığımız, müspet bir tarafımız var. Şimdi bizim burada temel eksikliklerimizden birisi şu, kendimizi bilme konusunda esaslı bir eksiğimiz var. Lehimizde ve aleyhimizde olan nedir, iki milyar Müslüman olarak baktığımızda bizim kendi sahip olduğumuz şeylerde neyimiz var ve ne eksik?

Fazlıoğlu: Kendimizi takdir etme becerisini göstermemiz gerekiyor. Takdir etme, övme anlamında değildir; her açıdan gücünün sınırlarını bilmedir.

Görgün: Evet, bunu gerçekçi bir şekilde yapmadığımız müddet ya hayallere/hamasete kapılırız veya aşağılık kompleksinden kurtulamayız...

Fazlıoğlu: Takdîr edemeyen ya tahkîr eder ya da takdîs eder kendini… Biri ifrât diğeri tefrît ama her hâlükârda haddi aşmak…

Görgün: Evet… Şimdi bunun yerine bizim burada üzerinde duracağımız şeyler şu: Öncelik tabii ki Filistin’de bir asırdır devam eden zulmün engellenmesi; her hâlükârda onun en kısa zamanda aşılması. Orada herkesin, tüm insanların, yani Müslümanların da, Yahudilerin de, Hıristiyanların da ne ise o olarak, ama birbirine düşmanlık yapmadan yaşayabileceği şartları temin edecek bir formun geliştirilmesi gerekmektedir. Ki, bunu Müslümanlık ve Müslümanlardan başkası tesis edemez. Tarihî tecrübe bize bunu söylüyor. Bu cihetten ufukta bunun olması lazım. Bunu dikkate aldığımızda bunu temin etme noktasında bizim eksiğimiz ne? Bu aslında bizim kendi hayat düzenimizle alakalı da bir ölçüt, kriter aslında. Yani biz eğer Filistin’de bir bütün olarak bu mânâda bir barışı tesis etme gibi bir iddiamız varsa bunu kendi hayatımızda, yaşadığımız memleketlerde, Filistin dışındaki bölgelerde de tahakkuk ettirebilmemiz lazım ki, o da bunun parçası olarak tahakkuk edebilsin. Buradaki önemli nokta, ilk anda baktığımızda ne var, güç diyelim. Bizim elimizde şu anda dünyanın en güçlü orduları olsa, atom bombası vesaire onlarla alakalı her şeyimiz fazlasıyla olsa, Filistin’de barışı temin edebilir miyiz? Hayır. Askeri ve teknolojik güç, tek başına, bahsettiğimiz sorunu çözmez. Bu askeri ve teknolojik gücün önemsiz olduğu anlamına gelmiyor; bu gerekli, olmazsa olmaz; ancak yeterli değil. Askeri ve teknolojik güç, Rusya ve Çin örneğinde gördüğümüz gibi, Batı’nın zulmetmesini engellemekle birlikte, zulmü ortadan kaldırmıyor. Tabir caizse yerküreyi, Gazze örneğinde gördüğümüz, bir hapishane olmaktan çıkarmıyor. Sadece gardiyanları değiştiriyor. Mesele gardiyanları değiştirmek değil, yeryüzünü bir insanlık hapishanesi olmaktan çıkarmak. Kısaca zorunlu olarak elde edilecek olan askerî ve teknolojik gücün, tek başına, Filistin ve aynı zamanda tüm dünyada cari bir zulüm yapma imkânını engelleme noktasında bir fonksiyonu olur; ama o kadar. Nizamı tesis etme söz konusu olduğunda, bizim artık kademe kademe hem bitkisel olanı hem canlılarla alakalı olanı o mertebeleri ama esas itibarıyla insânî olanı adım adım tahakkuk ettirecek mâkûl yollar üzerine çalışmamız ve bunu öncelikle kapsamlı olarak kendi hayatımızda gerçekleştirmemiz gerekiyor… Bu sadece iyi insanlar yetiştirmekle tahakkuk etmiyor; iyi insan yetiştirmek de askeri güç ve teknoloji gibi, olmazsa olmaz. Ama tek başına iyi insanlar da sorunları çözmekte yeterli olmuyor. İyi insanların iyilikler yapmasını temin ve teşvik edecek maddî ve manevi mekanları da bununla birlikte ihya ve inşa etmek gerekmektedir. Son elli yıllık tecrübemizin bize öğrettiği şeylerden birisi şudur: Artık iyi insanların sorunu çözmede tek başlarına yeterli olmadığını görüyoruz, biliyoruz. O zaman nedir? İyi insanların yaşayabileceği mekânları, imkânları da oluşturmak gerekiyor. Düzenleri de kurmak lazım, onu da birlikte düşünmemiz gerekiyor. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: Bir defa güç dediğimiz şey, çok katmanlı ve çok yönlü. Bir tarafında yani şu anda uygulandığı hâliyle, o fizikî ve mekanik bir güçle karşı karşıyayız ve onun karşısında duramıyoruz. Bunu her halükârda aşmamız gerekiyor. Bunu aşmanın o kadar zor olmadığını da biliyoruz ve aşıyoruz. Fakat mesele burada başlıyor da burada bitmiyor. Meselenin ferdi ve insânî ciheti var. Ama aynı zamanda formel mekanizmalar geliştirilmesi ve imkânların makul bir şekilde istihdamı ciheti de bir güç unsuru. Gücü suistimal edenleri engellemek ancak güçle oluyor; bu bir fizik kuralı. Bu gerekli, ama yeterli değil. Esas başarı, gücü hak ve hakikatle irtibat üzerinden tahdit edebilmek cihetinde kendisini gösterecek. Fizik yasalarına mahkumiyeti aşmak, onu inkâr ederek değil, kontrol ederek mümkün.

Fazlıoğlu: Bir sorunu fark etmek bir şey, çözüm üretmek başka bir şey; ama çözümü sürekli kılmak, sebât göstermek bambaşka bir şey.

Görgün: Bu noktada Filistin’deki hadise, esas itibarıyla sadece Filistin’deki durumu bize sunmuyor. Bütün bir dünyayı, insanlığın mevcut hâlini, hakikati görünür hale getiriyor. İnsanlığın hâlini görünür hâle getirdiği için biz bu anlamda nasıl bir dünyada yaşadığımız konusunda, İbrahim hocanın söylediği bu yönden önemli, tikel ve somut ama tümeli gösteren bir hadiseyle karşı karşıyayız. “Fe’atebiru ya uli’l–ebsar” tam da burada misdakını buluyor.

Çitil: Son bir şey söyleyebilir miyim? Şöyle düşünüyorum; kavimler göçü oldu, oluyor. Göçmenleri düşünün, Roma yıkılıyor şu anda ama henüz İslam galebe çalmamış. Biz tam o noktadayız. Biz Peygamber’in bizimle olmadığı bir dönemde İslam’ın tekrar galebe çalması için ne yapabileceğimizi düşünmek durumundayız.

Üçer: Hocam ikinizin söylediğinizden kalkarak şöyle diyeyim; bir nefye bir de ispata ihtiyaç var. Her şeyden önce mutlak iradenin karşısındaki her türden sahte iktidarı nefyedip, aslı esası olmayan bu sahte iktidar düzeneklerinin zulüm doğurucu yapılarını ortaya çıkarmak ve buna karşı bir irade sergilemek gerekiyor. Bununla beraber, ispat cihetini tahkim edecek şekilde hem idrak hem eylem seviyesinde hayatın her alanını mutlak iradeyle ilişkili olarak nasıl kuracağımızı görmek, göstermek gerekiyor. Bu, aslında tevhidi hakiki mânâsıyla yeniden hatırlayıp düşüncenin ve eylemin ilkesi hâline getirme çabasının bir diğer ifadesi…

Ve âhiru da‘vânâ eni’l–hamdu lillahirabbilâlemîn.




Makalenin devamını okumak için Abone Olun