Bilimsel Bilginin İfadesinin Varlıkbilimsel Tabakaları

İhsan Fazlıoğlu

İhsan Fazlıoğlu



Teklif dergisinin bilgi konulu 9. sayısında dile getirildiği üzere bilgi hakkında konuşmak bizâtihi insan hakkında konuşmaktır ya da Hz. Ali’nin[k.v.]  dediği üzere ‘insan=bilgi’dir. Tabiat ile Hayat’taki her şeyle bir şekilde bilgi üzerinden ilişki kurulduğundan, ilişki kurulan gerçeklik küresine koşut biçimde bilginin de pek çok çeşidi vardır. Tarihî sahnenin belirli bir mekânı ve zamanında bilginin başına eklenen bilimsellik niteliğiyle, bugün bilimsel bilgi, ya da bu tür bilgilerden oluşan bütünün adı olan bilim, yeni bir gerçeklik alanı olarak zuhûr etmiştir. Bu nedenlerle öncelikle bilim kavramının delâletini, bu yazı çerçevesinde kısaca açıklığa kavuşturmak elzemdir. 

Bilim, ilk olarak, en genel anlamıyla, bir gerçeklik küresindeki olgu ve olayların yöntemli bilgisidir. Yöntem, bilgiye mâkûliyetini (rasyonalitesini) verir ve hiç şüphesiz burada ayrıntılarına girilemeyecek özellikleri haizdir. Bunun yanına bilim, ikinci olarak, günümüzdeki baskın anlamıyla, daha çok mümkün tecrübenin sınırları içinde maddî dünyanın davranışı hakkında insan tarafından elde edilen fenomenal verilerin bir yöntem içinde işlenmesi neticesinde ortaya çıkan tasavvurlar ile bu tasavvurların örgütlü ve matematik dille ifadesidir. Başka bir deyişle bilim, mümkün tecrübede içkin ya da aşkın bir ilkeye başvurmaksızın, maddî gerçeklik küresinin modus operandisinin, gözlemin taşıdığı veriler çerçevesinde, insan idrâkinde köklenen itibârî yapılar içinde nazarî fenomenal bir tasavvurunu elde etmektir. Söz konusu nazarî fenomenal tasavvur, olgu ve olayların ölçülebilirliğiyle sınırlıdır ve ait olduğu modus operandideki olgu ve olayları öngörmesiyle sürekli denetlenebilir olmalıdır.

Hiç şüphesiz yukarıda kısaca işaret edilen özellikleri hâiz bilim, birinci niteliğiyle tarihin her döneminde insanoğlunun farklı gerçeklik kürelerine ilişkin deneyiminin kavramsal, nedensel, tekrar edilebilir, paylaşılabilir ve eleştirel bilgisini elde edebilmek için her zaman iş başındaydı. Ancak farklı gerçeklik kürelerinin yalnızca fenomenal ilişkiselliklerinde varlık kazanan olgu ve olaylara hasr edilmiş bir uzayla sınırlı değildi. Çünkü modern–öncesi dönemde yaşanılabilir, düşünülebilir ve hayal edilebilir dünyalar ile bilinebilir dünya iç–içeydi. Ayrıca bu iç–içe dünyalara ilişkin idrâk, farklı felsefî tutumların benimsedikleri bilişsel yöntemler arasında parçalanmış durumdaydı. İster bireyler ister öbekler (yani epistemik cemaatler) ister daha büyük ölçekte kurumsal yapılar olsun her türlü bilme etkinliği, bu parçalanmışlığın somut bir ifadesi olarak örgütleniyordu. İşte ikinci niteliğiyle bilim böyle bir etkinlik ağı içinde daha çok dağınık halde mevcuttu; bağımsız bir tarz olarak değil. Tüm bu özellikleriyle felsefe–bilim, bireysel seviyede saf nazarî bir tutum olma yanında, belirli öbeklerin takip ettiği bir yaşama tarzı olabiliyor ayrıca toplumsal, iktisadî, askerî ve ticarî yapılara kadar uzanan bir etkinlik alanı üretebiliyordu. Benzer şekilde içinde üretildiği kültürün tüm maddî ve manevî kurumları tarafından da belirleniyordu. Daha öz bir deyişle nazarî lisanının kendiliğindenliği yanında varlığa geldiği uzayın tüm vektörel değişkenlerinin ilişkiselliğinin etkilerini de içeriyordu. Ancak “ne, nerede ve niçin var?” sorusunun merkezde olduğu kadim dönemden, “neyi, nasıl bilebiliriz dolayısıyla neyi, neden bilemeyiz?” sorusunun odağa yerleştiği modern döneme ve en nihayet “neyi, nasıl ve ne ölçüde ifade edebiliriz?” sorusunun öncelendiği çağdaş döneme, tedricî olarak bilinebilirlik öne çıktı ve kendine has bilimsel yöntemle yaşanılabilir, düşünülebilir ve hayal edilebilir dünyaları dahi tayin etmeye başladı; hatta kendinin uzantıları kıldı.




Makalenin devamını okumak için Abone Olun