Tefsir İlminde Tahkik Arayışı

M. Taha Boyalık

M. Taha Boyalık



Modernitenin İslam dünyasında 17. yüzyıldan itibaren hissedilmeye başlayan etkileri, 19. yüzyılda Tanzimat süreciyle birlikte gerçekleşen reformlarla kurumsal düzeyde görünür hâle gelmiştir. Özellikle hukuk, eğitim ve bürokrasi alanlarında yapılan düzenlemeler, yalnızca toplumsal yapıyı dönüştürmekle kalmamış aynı zamanda İslâmî ilimlerin ve onları temsil eden ulemânın geleneksel otoritesini de zayıflatmıştır. Geleneksel yapılar ile toplumsal gerçeklik arasındaki mesafenin giderek açıldığı bu süreçte gelenek, dünyaya katılmanın doğal bir formu olma işlevini de önemli ölçüde yitirecektir. Ulus–devletin inşa sürecinde ulemânın eski düzeni muhafaza etme çabaları büyük ölçüde sonuçsuz kalırken Mısır ve Hint Alt Kıtası gibi bölgelerde modernitenin ilerleme, özgürlük, akıl ve bilim gibi idealleriyle uyumlu ıslahçı söylemler yükselişe geçmiştir.  Çoğu ıslahçı ve yenilikçi söylem, “gerçek İslam” ile “geleneksel İslam” arasında ayırım gözeterek “gerçek İslam”ın aklanması adına, geleneği olumsuz gidişatın aslî sorumlusu ilan etmiştir. Geleneği yalnızca değiştirilmesi gereken bir kılıf yahut terk edilmesi gereken bir kalıntı olarak tahayyül eden bu yaklaşımlar, indirgemeci bir özne–nesne ontolojisine dayanır. Bütünlüğün çözüldüğü bir denklemde, özgürleştiği varsayılan bilinç, aslında modernitenin kurucu söylemleri tarafından belirlenirken geleneğin tasfiyesiyle açılan boşlukta “asıllara dönüş” adına tesis edilmeye çalışılan gerçekliğin neyi temsil edeceği belirsizdir.

İslam dünyasının moderniteyle yüzleşme sürecinde yaşadığı çok katmanlı gelişmelerin bir parçası olan İslâmî ilimler krizi, bu ilimlerde tahkik arayışlarını da beraberinde getirmiştir. Tahkik terimi, kısaca, tahkik konusu edilenin tarihî birikim, yöntem ve mevcut gerçeklik açısından hesap verilebilirliğini test ederek ortaya gerçekçi bir tablonun çıkartılmasını ifade eder. Gelinen noktada İslâmî ilimlerden herhangi birine yönelik tahkik, o ilmin geleneksel ilimler hiyerarşisindeki konumunu, geleneksel dönemin çeşitli duraklarında üstlendiği işlevleri, çağdaş dönemdeki gelişmeler karşısında verdiği tepkileri ve bu tepkilerin doğurduğu sonuçları çok yönlü olarak tahlil etmeyi gerektirir. Türkiye’de İslam düşüncesi ve İslâmî ilimler alanında son birkaç on yılda daha belirgin hale gelen bu yöndeki tahkik arayışları; içe kapanık, savunmacı ve neticede oyunun dışında kalmaya mahkûm gelenekçi yaklaşımlar ile gelenekleri hafife alan, tarihî derinliği bulunmayan ve yüzeysel çözümleri kurtuluş reçetesi olarak sunmaktan öteye gidemeyen yenilikçi yaklaşımlar arasında üçüncü bir yol arayışı olarak değerlendirilebilir. 

İslâmî İlimler ve Geleneksel Tefsir

Yaşadığı dönemde Hz. Peygamber’in mutlak otoritesi, önceliğin her zaman sâlih amel olduğu bir tür konfor ortamının teminatıydı. Son Nebi’nin irtihaliyle birlikte sâlih amelin tahakkuk edeceği zemini tespit ederek bunun sürekliliğini sağlamak ümmetin sorumluluğuna geçmiştir. Sınırların genişlediği, farklı dil ve kültürlere sahip unsurların birbirine karıştığı ve çözümlenmesi gereken meselelerin karmaşıklaştığı bir vasatta, naslar tarafından sarahaten çözüme kavuşturulmayan konularda sahih bilgi üretme gerekliliği, nasların uygun şekilde yorumlanmasını öncelikli bir ihtiyaç haline getirmiştir. Sahabe ve tâbiîn otoritelerinin nasları anlama, yorumlama ve olgularla ilişkilendirme konusundaki çabaları, hicri ikinci yüzyılın (miladî 8) başları gibi erken bir tarihte bilimleşme sürecini başlatmıştır. Aynı yüzyıla damgasını vuran Ehl–i Hadîs ile Ehl–i Re’y arasındaki tartışmalar ve takip eden iki yüzyılda belirleyici olan Antik Yunan birikimiyle yüzleşme tecrübesi, İslâmî ilimlerin yöntem ve muhteva bakımından olgunlaşmasına önemli katkılar sunacaktır. Neticede teşekkül süreçlerini tamamlayan tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve tasavvuftan oluşan temel İslam ilimleri, geleneksel dönemde kendi alanları çerçevesinde bilgi üreterek dünyaya katılma biçimlerini ilâhî bilgi kaynağına bağlı hale getirmenin makul yollarını ortaya koymuşlardır. Bunlardan tefsir ve hadis, doğrudan temel nasları konu edinirken fıkıh, kelâm ve tasavvuf, nasları bilgi kaynağı olarak kullanmıştır. Tefsir, konusuna göre seçim yapmaksızın Kur’ân–ı Kerîm âyetlerini çok yönlü biçimde incelemeyi; hadis, sünnetin aktarıldığı rivâyetleri derleyerek bunların sıhhatine dâir metodolojik ilkeler geliştirmeyi; fıkıh, asıllardan çıkarılan hükümleri sistematikleştirerek Müslümanların toplumsal ve gündelik pratiklerini düzenleyen normları belirlemeyi; kelâm, dinî inançları aklî ve naklî delillerle temellendirmeyi; tasavvuf ise dinin irfanî ve derunî boyutunu açığa çıkarmayı öncelikli olarak üstlenmiştir.

Geleneksel dönemde tefsir, kural koyucu bir disiplin görünümünde değildir. Âyetlere seçmeci yaklaşan, onları doğrudan konu edinmeyip bilgi kaynağı olarak kullanan ve kendi yöntemleri çerçevesinde yorumlayan fıkıh, kelâm ve tasavvufun yanı sıra tefsir, öncelikle ve diğerlerinden farklı olarak Kur’ân–ı Kerîm’in belli bir bağlamda Arap dilinde söylenmiş sözler manzumesi olarak çok yönlü biçimde incelenmesini üstlenmiştir. Bu incelemenin dil ilimleriyle ilişkili kısmında sözlük bilgisi, furûk, dil bilgisi, sözdizim uygulamaları (nazm), dolaylamalı anlatımlar ve bedîi sanatları; Kur’ân ilimleri ve rivâyet ilimleriyle ilgili kısmında nüzul sebepleri, tarihlendirme, her türlü arka plan bilgisi, siyak–sibak, metin içi münasebetler, Kur’ân kıssaları, kavramları ve konuları incelenir. İlâhî sözleri belli bir meseleyi çözümlemeyi veya dinî hükümlerin istinbatını öncelemeksizin bizzat konu edinerek mushaf bütünlüğü içinde kapsamlı olarak ele alan başka bir disiplin bulunmamaktadır. Bu yönüyle tefsir, geleneksel dönemde diğer ilimlere malzeme sağlamak gibi ikincil görevlerin ötesinde, kendine özgü alanda önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Bunu görebilmek için diğer dinî ilimlerin herhangi bir kısa sûre ile ilişkisini ve aynı sûrenin tefsir ilminde ele alınış biçimlerini mukayese etmek yeterli olacaktır.

Geleneksel dönemde tefsir ilmi, kendi içinde tefsir–tevil kategorilerine ayrılmıştır. Bu konudaki farklı yaklaşımların eleştirel bir değerlendirmesi1 üzerinden söylenirse tefsir kategorisi kapsamında dil, rivâyet ve metin zemininde elde edilen somut veriler aracılığıyla, dil bilgisi, bağlam bilgisi ve edebî yetiye sahip olan ilk muhatapların dolaysız olarak elde ettikleri anlayış seviyesine mümkün olduğunca ulaşılması hedeflenir. Tefsir ilmindeki tevil ameliyesi ise kendini farklı düzlemlerde göstermektedir. Tevil, açıkça bilinen veya tefsir ameliyesi kapsamında tespit edilen anlamlar üzerine bina edilebilir. Bu yönüyle tevilde anlamın belirlenmesinden ziyade ilişkilendirme yoluyla yeni düzlemlere taşınması söz konusudur. Müfessir söyleneni ifade eden mantûktan hareketle açıkça söylenmeyeni ifade eden mefhûma geçişler yaparak metnin dolaylı delaletlerini açığa çıkarır, âyetlerin zımnen içerdiği anlam katmanlarını gösterir ve kurduğu yeni irtibatlarla ilâhî sözün coğrafya ve tarih üstü karakterini sergiler. Öte yandan murâdın dil, bağlam ve metin seviyesinde açığa çıkarılamadığı durumlarda akıl yürütme önem kazanmaktadır ve tevil, daha en başında, anlamın tayini konusunda belirleyici hale gelir. Kur’an–ı Kerîm dışındaki bilgi kaynaklarına başvuruyu gerektiren meselelerde nihâî çözümleme, sorumluluğu çeşitli ilimler arasında paylaştırılmış durumdadır. Müfessir âyetlerin doğrudan veya dolaylı olarak ilişkili olduğu fakat sarih şekilde çözüme kavuşturmadığı meseleler hakkında konuşurken anlamı belirlemek veya gerektiğinde istidlalde bulunmak üzere, nazarî ilimlerde geliştirilen yöntemlere ve tevil sistemlerine başvurmak durumundadır. Bu ikinci tezahürüyle tevilin icra alanı olarak tefsir ilmi, geleneksel dönemde Kur’ân–ı Kerîm’i bilgi kaynağı olarak kullanan ilimlerin bir alternatifi olarak öne çıkmamış, tefsir formasyonu ile diğer ilimlere ait formasyonlar bütüncül bir yapılanmanın parçaları olarak kendini göstermiştir. Tevil sistemlerine dayanan tevilin tefsir kapsamındaki uygulanışı ile diğer ilimlerdeki uygulanışı arasında kapsam, odak ve vurgu bakımından önemli farklılıklar vardır. 

Neticede, geleneksel dönemde tefsir ilmi, belli bir ilimler tasnifi ve hiyerarşisinin bir parçası olarak İslâmî ilimlerin temel kaynağı olan Kur’ân–ı Kerîm’i gerek tefsir gerekse tevil kategorileri çerçevesinde, diğer ilimleri tekrarlamadan, kendine özgü bir biçimde ele almaktaydı. Dil–belâgat ilimleri, rivâyet ilimleri ve Kur’ân ilimleri çerçevesindeki inceleme çizgisi geleneksel tefsirin ana damarını teşkil etmiştir. Bunun ötesinde tevil yanlıları ile tevil karşıtlarının tavırları, tefsirlerin muhtevasında belirleyici olmuş; tefsir kategorisinin icrasına yoğunlaşan tefsirlerin yanı sıra tevil kategorisinin kendini etkin şekilde gösterdiği tefsirler de yazılmıştır. Yine çeşitli ilimleri tefsirle ilişkilendirme biçimleri farklı alt literatürlere yol açmış; kelâmî, fıkhî, tasavvufî gibi adlarla anılan alt literatürler, geleneksel tefsiri zenginleştirmiştir.  

Tefsirde Modern Kırılma ve Tahkik

19. yüzyıl itibarıyla artık modernitenin etkileri İslâmî ilimler alanında açık biçimde hissedilmektedir. Tanzimat Fermanı’ndan Hukûk–ı Âile Kararnâmesi’ne uzanan kanunlaştırma girişimleri şerî hukukun kapsamını giderek daraltmıştı. Medreselerin yanı sıra Mühendishâne, Tıbbiye, Harbiye ve Mülkiye gibi özel amaçlı eğitim kurumları tesis edilmiş, Dârülfünun gibi yeni müfredatlara sahip yükseköğretim kurumları açılmış ve Ezher gibi kadim kurumların müfredatları dönüştürülmüştü. Bu gelişmelerin neticesinde dinî ilimler, artık kamusal bürokrasinin sürekliliğini sağlamaktan ziyade dinî otoritenin muhafazasıyla sınırlı bir çerçevede okutulur hale gelmişti. Öte yandan hukukî ve içtimaî alandaki yeni gelişmeler karşısında fıkıh ve fıkıh usûlü alanında; pozitivizm, deizm, materyalizm gibi akımlar karşısında ise kelâm alanında yenileme çabaları kendini gösterir. Normatif ilimler olarak fıkıh ve kelâmın eski açıklama gücünü kaybettiği bir vasatta tefsirin yükselişi ise göz kamaştırıcı niteliktedir. İslâmî ilimlerin ana kaynağı olan Kur’ân–ı Kerîm’i bizzat konu edinmesi yönüyle tefsir, özellikle geleneği olumsuz gidişatın sorumlusu olarak gören yenilikçi ulema çevreleri için elverişli bir hareket noktasıydı. 

Çağdaş dönemde tefsir, normatif yönü öne çıkan bir disiplin olarak yeniden tanımlanmıştır. Muhammed Abduh ve Reşîd Rızâ’dan Seyyid Kutub ve Mevdûdî gibi tefsir yazarlarına uzanan çizgide tefsir, ahlâkî ve toplumsal çözülmelere karşı çözüm üretme ve Kur’ân–ı Kerîm metninden hareketle bütüncül bir dünya görüşü tesis etme işlevini üstlenmiştir. Öte yandan Fazlurrahman’dan Nasr Hâmid Ebû Zeyd’e uzanan çağdaşçı çizgide Kur’ân ilimlerinin özellikle nas–olgu ilişkisi bağlamında yeniden ele alınmasıyla geliştirilen tefsir usûlleri, başta fıkıh usûlü olmak üzere yorumlayıcı ilkeler vazeden ilimlerin yerine ikame edilmiştir. Çağdaş tefsirin en belirgin ve yaygın tezahürlerinden olan konulu tefsir, geçmişte ilimler dolayımında çözümlenen konuların doğrudan Kur’ân–ı Kerîm metni üzerinden çözümlendiği ve elde edilen sonuçların “İslam’ın görüşü” olarak sunulduğu bir alan olarak öne çıkmıştır. Bu yaklaşımların ortak özelliği, geleneksel birikimi Kur’ân–ı Kerîm metni ile okur arasında bir engel olarak telakki etmeleri ve metinle okur arasındaki mesafenin yöntemsel olarak kolaylıkla aşılabileceği yönünde naif bir iyimserlik taşımalarıdır. Modernite olgusunun felsefî ve tarihî derinliğiyle idrâk edilememesi yahut hafife alınması bu yaklaşımların temel bir zafiyetidir.

Günümüzde tefsir için diğer İslâmî ilimlerin mevcut durumunu ve daha genel anlamda bilim tarihindeki gelişmeleri dikkate almadan bir tahkik yaklaşımı geliştirme çabaları sonuçsuz kalmaya mahkûm gözüküyor. İslam düşüncesinin müteahhir döneminde felsefe, kelâm ve tasavvufun kesişim alanını ifade eden metafiziğin günümüzde nasıl konumlandırılacağı; geleneksel tasnifte yer alan ilimler arasındaki ilişkilerin ve hiyerarşinin nasıl şekilleneceği; ayrıca İslâmî ilimlerin sosyal ve beşerî bilimlerdeki gelişmeler karşısında nasıl bir tutum sergileyeceği hususunda halen bir açıklık bulunmuyor. Bu tabloda tefsirin bilimsel ve yöntemsel anlamda köklü bir dolayıma ihtiyaç duymaksızın doğrudan Kur’ân–ı Kerîm metninden hareketle farklı alanlarda çözüm üretme girişimleri, birtakım toplumsal işlevleri yerine getirse bile bilginin üretimi konusunda ideal yaklaşımı temsil etmekten uzaktır. İslam’ın farklı alanlardaki bakışını ortaya koymak ve bu bakış doğrultusunda bilimsel çözümler geliştirmek yalnızca Kur’ân–ı Kerîm metninin incelenmesiyle ulaşılabilecek bir hedef değildir. Bu bağlamda tefsir, ne fıkhın ne kelâmın ne tasavvufun ne de başka bir disiplinin ikamesi olabilir. Bu disiplinlerden biri veya birkaçının Kur’ân–ı Kerîm üzerine tatbik edildiği bir alan da değildir. Tefsirin görevi, Kur’ân–ı Kerîm’i bilgi kaynağı olarak kullanan disiplinlerin ortaya koydukları birikimi dikkate alarak fakat onları tekrar etmeksizin kendi özgün konusuna yani insanların ve daha özelde müminlerin geneli muhatap alınarak söylenmiş olan ilâhî sözler manzumesine odaklanmaktır.

İslam’ın en temel kaynağı olan Kur’ân–ı Kerîm’in çağdaş dönemde Müslümanların varlıkla sahih bir bağ kurmasında merkezî bir rol üstlenmesi tabiîdir. İslâmî ilimlerin geçmişteki işlevselliğini yitirdiği bir vasatta tefsir, sınırları ve hedefleri uygun şekilde tanımlanması durumunda, geçmişe nazaran daha işlevsel bir disiplin haline gelebilir. Kendi bütünlüğü içinde Kur’ân–ı Kerîm, disiplinler–üstü bir konumdadır; en temel iman, ahlâk ve ibadet ilkelerini kıssalara ve edebi anlatımlara da başvurmak sûretiyle ısrarla ve tekraren vurgular. İnsanın nereden geldiğine, nerede olduğuna ve akıbetine dâir hakikatleri sağduyusal ve doğrudan bir dille beyan eder. Tefsir, bu temaları Kur’ân–ı Kerîm’deki ele alınış tarzı ve ilâhî sözlerin delaletleri çerçevesinde konu edinir. Bunu yaparken kendi aslî görevini ihmal, sınırlarını ihlal etmemek kaydıyla, diğer ilimlerde vahiyle uyumlu olarak ortaya konulan bilgi birikimini de sentezleyerek kullanmak durumundadır. Tefsirin bu faaliyeti ne ilimlerdeki birikimden bağımsızdır ne de ilimlerdeki faaliyetin bir tekrarıdır. Örnek olarak âyetler kapsamında sıklıkla gündeme gelen itikadî meseleler, tefsirde kelâm ilminde olduğu gibi dışa dönük bir savunma veya içe dönük temellendirme maksadıyla, âyetle istidlal ön planda tutularak ele alınmaz. Bu işlevi, Kur’ân–ı Kerîm’in de dâhil olduğu bilgi kaynaklarını ve çeşitli yöntemleri kullanarak kelâmın yerine getirmesi beklenir. Müfessir, bilakis Kur’ân–ı Kerîm’de ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyet gibi konulardaki haber ve buyrukları metin içi ve metin dışı bağlamı, ayrıca Kur’ân–ı Kerîm bütünlüğünü gözeterek, söyleniş keyfiyetinden kaynaklanan anlam incelikleri üzerinde özellikle durarak, böylece anlam katmanlarını görünür kılarak ve ilâhî sözün muhatabına geçirdiği metazifik gerilimi de muhafaza ederek ele almalıdır. Tefsirde bu yönde gerek metin merkezli gerekse konu merkezli çalışmalar yapılabilir. Dil, belagat, rivâyet ve bağlamın ön planda olduğu metin merkezli incelemede tefsir, diğer ilimlerden doğal olarak ayrışacak ve kendine özgü yöntemleriyle temayüz edecektir. Konu merkezli olarak bakılırsa, örnek olarak Kur’ân–ı Kerîm’de doğrudan rubûbiyet konusuyla ilgili bine yakın kullanım söz konusudur, Allah Tealâ “Rab” olmasının ne anlama geldiğini çeşitli bağlam ve katmanlarda, dilin tüm imkânlarının seferber edildiği kendi sözleriyle bizzat açıklamıştır. Bu açıklamaları bağlamı, bütünlüğü ve anlam incelikleri kapsamında uygun yöntemlerle değerlendirerek rububiyetin Kur’ân–ı Kerîm’deki tezahürlerini açığa çıkaracak kimse, müfessirden başkası değildir. Bu tür incelemeler kelâm, fıkıh, tasavvuf, ahlâk veya başka herhangi bir disiplinin görev tanımına girmemektedir. Benzeri örnekler diğer disiplinlerle ilişkili kavramsal alanlara da tatbik edilebilir. Bu noktada diğer ilimlerle koordinasyonun kaybedilmemesi, sınırların ihlal edilmemesi ve tefsirin sığ bir edebî söylem alanına dönüştürülmemesi hayatî önem arz eder. Çağdaş dönemde yazılan tefsirlerin ve konulu tefsir çalışmalarının birçoğu bu açılardan sorunludur. Diğer ilimlerdeki yöntem boşluğu ve gerçeklikle irtibatını kaybetme durumu, tefsirde “metinselci” (textualist) bir bakışla kolaycı çözümler üretme eğilimini beslemiştir. Bu tür bir kolaycılığa düşmeden tefsirde bir tahkik yaklaşımı geliştirmenin günümüzde birçok gereği vardır. Gelenek âlimleri ideal müfessirin bilmesi gereken ilimler adı altında yirmiye yakın disiplini sıralamışlardır. Yazımızı yeni bir “bilinmesi gerekenler” listesi denemesiyle bitirelim. Bugün muhakkik/ideal bir müfessir, tefsirin geleneksel dönemde ve çağdaş dönemde geçirdiği merhaleleri; tefsirin dil–belagat ilimleri, rivâyet ilimleri ve Kur’an ilimleri kapsamında geliştirilen kendine özgü yöntemlerini; metafizik ve İslâmî ilimlerin konuları, yöntemleri, meseleleri, mektepleri ve tarihî seyirlerini; modernite ve sonrasının çok yönlü hikâyesini; bu kapsamda sosyal bilimler, beşerî bilimler, çağdaş felsefe ve doğal bilimler alanlarındaki gelişmeleri bilmesi gerekir. Böylece tefsir, yalnızca metnin literal anlamlarını ortaya koymakla kalmayacak, aynı zamanda İslâmî ilimler arasındaki koordinasyonu gözeten ve Kur’ân–ı Kerîm’in bütüncül mesajını derinleştiren önemli işlevler üstlenecektir. Bu yönüyle tefsirde tahkik arayışları, diğer İslâmî disiplinlerdeki tahkik arayışlarından bağımsız düşünülemez. Tefsirin tekrardan bilgi üretebilmesi ve Mehmed Kâfiyeci’nin metaforuyla “dinî ilimlerin gören gözü” haline gelmesi çok yönlü bir tahkik tecrübesine ihtiyaç duymaktadır. 




Makalenin devamını okumak için Abone Olun