Düşünce tarihi, gerçek ile hakikat arasındaki yarıkları aşma gayretiyle anlaşılabilir. Doğu dinleri, yarığı spritüal aşkınlıkla aşmaya çalışırken Batı dinleri, en son kertede imanla aştıklarını düşünmüşlerdir. Bu bağlamda delillere dayalı tahkik anlayışı, sadece Müslüman düşünürlerde metodolojik olarak çekincesizce kullanılmıştır. Batı metafiziği ise ancak modern dönemde bir nevi imanlarını sorgulamaya başladıklarında akıl ile gerçek ve hakikat arasındaki yarığı aşmaya çalışmıştır. Kant’ın dizgesinin merkezinde yer alan kendi için (für sich) varlık, kendinde (an sich) olanı anlamak için aklı kullanmıştır. Ancak pozitivizm, yarığın anlamlı olmadığını söyleyerek duyu organlarıyla kavradığımız dünyanın dışında bir gerçeklik aramaktan vazgeçmiştir.
Francis Bacon’ın doğaya hâkimiyet anlayışından beslenen modern düşünce biçimi, Descartes’ın zihin ve bedeni ayırması üzerinden yürümüş ve Kant’ın kendinde (an sich) olanı anlayan (verstehen) aklında (für sich) zirvesine ulaşmıştır. Pozitivizm, Kant’ın metafizik talaşlarını kesip attığında ise sadece çıplak gerçeklik kaldığını zannetmişti. Bu çıplak gerçeklik, sosyal Darvinizm ile fizik dünyadan toplumsal olana aktarıldığında ilerlemenin sömürgeci motoru da çalışmaya başlamıştı. Sömürgeci kapitalizmin yarattığı zenginliğin gücüyle ehlileştirilen modern mutlak devletler, 19. yüzyıl boyunca Hegel’in bahsettiği sivil toplum ve bireysel çıkarların karmaşasını aşan üstün üçüncü olma niteliğini de zamanla kaybetti. Hukukla gemlenmiş siyaset, piyasanın güçlenmesiyle ikincil olarak görülmeye başlanmıştı. Hatta Kelsen için devlet, zaten hukuktan/kurallardan başka bir şey de değildi. Bir egemene/krala değil, olsa olsa bir temel yasaya/grundnorma dayanmaktaydı.