Zuhûrun Eşiğindeki Sanat Bilgi ve Sezgi Arasında Bir Varlık Tezahürü

Emin Selçuk Taşar

Emin Selçuk Taşar



Sanat, varlığın en latif tecellilerinden biri olarak tezahür eder. Burada tecelliden kasıt, varlığın kendi sûretlerinden bir mertebede taşarak görünür hale gelmesidir. Bu anlamıyla mutlak varlığın belirli düzlemde bir sûret kazanarak açılmasıdır. Bu çerçevede sanat, varlığın sezişle kavranan bir sûretini açığa çıkarır. Bir başka ifadeyle, duyusal âlemde daha üst bir varlık katmanın yansıması olarak görünürlük kazanır. Fakat bu tecelli, bir nesne üretimi ya da form verme çabalarından çok daha başka bir şeyi işaret eder. Nihayetinde bir eylem barındırsa da salt fiziksel, işitsel vs. gibi maddî bir imalat faaliyetine indirgenemez. Esasında sanat, görünürde biçimlendirirken sûretin ortaya çıkmasını sağlaması açısından hakikati açığa çıkarır; düzenler gibi görünse de zuhûra vesile olur. Bu yönüyle de varlığı sadece göstermez, onu varlık mertebeleri içinde yeniden kurar (bilgi) ve sûretin kavranmasını (seziş) sağlar. Bilgi ile seziş arasındaki bu geçiş alanı, sanatın felsefî anlamını kurmaya başladığımız noktadır.

Bu noktada sanatın anlam alanını klasik metafizik yaklaşımlar ışığında yeniden düşünmek, onun varlıkla ilişkisini daha sağlam bir zeminde kurmamıza imkân sağlayacaktır. Zira kastettiğimiz anlamda sanatın mahiyetini kavrayabilmek için varlıkla ilişkisini kurarak varoluş zincirinin nasıl tasavvur edildiğini anlamak gerekir. Her ne kadar aralarında bazı farklar görünse de İbn Sînâ, Sühreverdî ve Molla Sadrâ’nın tevhidî metafiziği, varlığın tedricî bir iniş düzeni içerisinde benzer bir biçimde tasavvur edildiğini ortaya koyar. Müşterek anlayışa göre varlık, Zât–ı İlâhî’nin mutlak birliği ile başlayarak sıfatlar ve taayyünler —Hakk’ın kudretinin zuhûr ve tecelli yoluyla belirmesi— aracılığıyla ilk akıl, nefs–i küllî ve felekî akıllar gibi mertebelerde belirginleşir. Nihayet Faal Akıl üzerinden ay altı âleme —yani hissî ve cismanî düzene— kadar ulaşır. Bu gayrı zamânî iniş esnasında ay altı âlemdeki varlıkların başka türlü değil de bu türlü varolmalarının ilkelerini teşkil eden ilâhî suretler varlığa gelir. Onların varlığa gelişi, İbn Sînâ için ilâhî feyzin istidatlara uygun biçimlenişiyle gerçekleşirken, İşrâkî ve Ekberî metafizik için ilâhî ilimdeki suretlerin kademeler halinde yoğunlaşarak nihayet maddi alemde tecessüm etmesiyle gerçekleşir. görünür kılınmasıdır. 

Sanat, kendinden önce gelen anlam sürecini yeniden biçimlendirirken onu basitçe taklit etmek yerine, ona kendi varlık mertebesinde yeni bir sûret kazandırır. Sanat, mutlak bir sûretin yalnızca yansıması mıdır, yoksa o sûretin bizatihi yeni bir düzlemde görünüşü müdür? Bu soru hem epistemolojik hem de ontolojik açıdan sanat ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmemizi mümkün kılar. Bilindiği üzre Eflatun’un etki ettiği mimesis (öykünme/taklit) anlayışına göre sanat eseri, doğanın ikinci bir sûreti, başka bir ifadeyle de onu izleyen bir gölgesi olarak algılanır. Temsile indirgenmiş bir anlayış, İslam düşüncesiyle birlikte radikal bir dönüşüme uğrayarak sanat, varlığın tedrici mertebelerinden birinde bir zuhûr hadisesi olarak belirmeye başlar. Bu düşünce çizgisinde, tabiatı felsefî olarak ele alan filozof, cisim olması bakımından cisim için iki zatî ilke koymalıdır. Bunlardan ilki heyula diye ifade edilen maddî temel, diğeri ise sûrettir. Zira Sadrâ’ya göre sûret “şey”in hakikatinin tamamıdır. Maddenin ise kabul etme ve etkilenme dışında herhangi bir özelliği yoktur.1 Cisme ait tüm arazlar sûretten kaynaklanır ve sûret onların kaynağı ve başlangıcıdır. Madde ile sûret, varlıkta birleşmeleri itibarıyla tek ve ayrılmaz bir bütünlük oluştururlar.2 Burada sûret, bizatihî bir biçim olmaktan ziyade, sezgi ve tahayyül yoluyla idrâk edilen ve varlıkta beliren bir varoluş kipidir. Dolayısıyla sanat ile varlık arasındaki ilişki, taklit değil keşif ve ifşânın alanına aittir. Antik Yunan’da görüldüğü gibi sanatçı, pasif bir yansıtıcı değil; anlamı bilgi ve sezişle tahayyül ve idrâk mertebelerinden geçirerek hissî âleme taşıyan, keşif halini biçime dönüştüren ferdiyeti olan insandır.

Sûretin İzinde

Sanat, daha önce de belirtildiği gibi yalnız estetik bir nesne ya da biçimsel bir düzenleme değil çok katmanlı bir ortaya çıkış ya da bir zuhûr süreci olarak ele alınmalıdır. Sadrâ’ya göre varlık, tek bir hakikatin çeşitli mertebelerde farklı yoğunluk derecelerinde —başka bir ifadeyle tekâmül seviyelerinde— açığa çıkmasıdır.3 Bu açığa çıkış, ne bir özdeşliktir ne de yinelenen bir tekrar…, Her bir ferdin kendi hüviyetiyle taşıdığı eşsiz varlık derecesidir. Bu nedenle varlık, ne müşterek bir mahiyetten türetilmiş soyut bir doğadır ne de haricî bir unsurla sonradan kazanılmış bir niteliktir. Varlığın en yetkin hali, bölünemez, sade ve basit bir kimliktir. Buna karşın aşağı mertebeleri ise mezkûr varlığın eksikli halleri değil, yokluğa daha yakın sınırlarında titreşen varoluş biçimleridir. Buradaki eksiklik varlıkta değil, yokluğa olan mesafesindedir.4

Bu bağlamda sanat, ferdî ve sezgisel bir idrâkin ürünü olarak belirir. Sanatçı ise anlamı dışsal kalıplara hapsetmektense varlıkta mevcut olan şahsiyete veya kimliğe uygun biçimde zuhûr etmesine aracılık eden bir ferde/özneye dönüşür. Varlık, tedricî iniş sürecinde farklı mertebelerde tezahür ediyorsa sanatın da bu tezahür zincirinde özellikle sûret düzleminde işlev gördüğü söylenebilir. Bu çerçevede sanat, formun icadı olmaktan çıkıp anlamın/mahiyetin bir mertebede görünür hale gelişidir. Bir başka ifadeyle, keşfin kendisidir. Sanatçı, bu iniş sürecinin yönlendiricisi değil, sezgisel şahididir. Sanat eseri ise varlığın katmanında zuhûra eren hakikatin biçimle temas ettiği o eşiktir.

Form, Cevher ve Araz: Biçimin Ontolojik Yüzeyi

Cevher ile araz ayrımı, klasik metafizikte varlık biçimlerinin en temel kategorik tasniflerinden birini oluşturur. Molla Sadrâ öncesi metafizik anlayışta cevher, varlığın değişmeyen taşıyıcı temeli olarak değerlendirilirken, araz ise bu temelin üzerinde geçici olarak ortaya çıkan nitelikler kümesi olarak kabul edilmiştir.5 Ancak Molla Sadrâ’nın hareket–i cevheriyye nazariyesiyle birlikte, bu sâbit cevher anlayışı dönüşüme uğrar. Artık cevher dinamik bir hal kazanarak içkin bir hareketlilikle kendini sürekli yineleyen bir temel haline gelir.6, 7 Başka bir ifadeyle, kendi içinde sürekli kemale yönelen bir oluş sürecidir. Dolayısıyla varlık, bu içkin hareketle bilkuvveden bilfiile geçer ve her bir varlık formunun, kendi içinde bir tekâmül istidadı taşıdığı söylenebilir.8 Sanat eseri, bu bağlamda içkin bir hareketin ürünüdür; daha önce sezilmemiş bir anlamın, varlık süreci içinde cisme yansımasıdır. Sanatçının bu edimi, arazî olanın ötesinde cevherin hakikatinin duyulur hale getirildiği hareket içerisindeki bir sezgidir.

Sanatın nihai gayesi, görünür biçimin ardında gizlenen cevherî boyutu zuhûr ettirmektir. Biçim, kimi yerlerde anlamın duyusal taşıyıcısı gibi görünse de o bir dış yüzey olmasının yanında, şeyin cevheri yapısıyla iç içe geçmiş, varlığın belirli bir düzlemde aldığı kiptir. Bu yönüyle sûretten ayrılmaz, fakat onu taklit etmez; sûretin sezgisel idrâkler olarak zâhirleşmesi bu birliğin göstergesidir. Eserde karşılaşılan biçim, ilk bakışta duyusal algının sınırları içinde kalsa da derin bir anlamın cismanî düzlemdeki taşıyıcısı olarak konumlanır. Bir mihrabın biçimi, yapısal bir yönelimin yanı sıra yönelmenin metafizik anlamını da içkinleştiren mekânsal bir odağa dönüşür. İslam geometrisindeki desenler ve şekiller, yüzeyde salt geometrik bir kompozisyon sunsa da bu düzenlemeler, aslında görünmeyen bir hakikatin tedricî inişi boyunca geçilen varlık mertebelerinin izlerini taşır. Bu yapılar malzeme, renk, oran vs. gibi fiziksel unsurlar üzerinden biçim kazanır. Ne var ki bu unsurlar, arazî düzleme ait olduklarından, doğaları gereği sürekli bir değişime açıktır. Işığın tonunu belirleyen renk ya da zamanın etkisiyle malzemede oluşan değişimler, arazî olanın değişen doğasına işaret eder. Tam da bu noktada, değişkenliğin ortasında sanatın taşıdığı cevherî hakikat fark edilir hale gelir. Zira biçim, görünenin düzeni; renk ise görünmeyenin hissî yani duyusal izdüşümüdür. Söz konusu ayrım, sanat eserinde sezgiyle, kavranan ile görünen arasında bir köprü kurar. Bu çerçevede renk, biçimin yalnızca tamamlayıcısı değil, onunla birlikte varoluşsal bir bütünlük oluşturan eşdeğer bir tasarımın ilkesidir. Biçimde birlik ve tamlık, doğrudan tasavvur edilebilirken renkte ise bütünlük, ancak mukayese ve perspektif içinde sezgisel olarak kavranır. Dolayısıyla renk, yalnızca görsel bir nitelik değil, varlık mertebeleri arasında sezgisel bir çağrı ve ontolojik bir duyarlılığın ifadesidir. Molla Sadrâ’ya göre nicelikler —ölçü, oran, miktar … vs gibi–, varlığa değil yokluğa ilişkindir. Zira çoğalma, bölünme ve yer kaplama gibi özellikler, maddeye mahsustur; bu tür nitelikler, varlığın aslî ve yetkin haliyle mahiyet düzeyinde bağdaşmaz. Bu bağlamda sanat eseri, değerini yalnızca ölçülebilir boyutlarından değil, o boyutların zaman ve mekân içindeki sezgisel yankısından alır. Zira maddenin sınırlarına tabi olan boyutluluk ve ölçülebilirlik, her ne kadar sınırlı mekânsal görünümlerle belirse de anlamın sınırsız derinliğiyle temas halindedir.9

Sanat eserinde arazî olan, duyusal algıya hitap eden ve zamanla değişen yüzeysel boyutu ifade ederken cevherî olan ise zamanla aşınmayan, anlamla derinleşen ve eseri varlıkla buluşturan mahiyet düzeyindeki yönüdür. Sanatçı, gelip geçici unsurların ötesinde beliren varlık hakikatini sezerek onu görünür kılan bir aracı ve taşıyıcıya dönüşür. Bu bağlamda sanat eseri, biçimin ardında gizlenen metafizik yönelimi görünür kılar. Varlığın cevherinde içkin bir hareketle sürekli oluş halinde olması,10 sanatın da sâbit bir temsilden ibaret olmadığını gösterir. Sanat eseri, anlamın potansiyel katmanlarından keşfedilenin fiile geçerek tezahür ettiği dinamik bir oluş anıdır. Bir başka ifadeyle sanat eseri, varlığa içkin potansiyel anlamın belirli bir mertebede zuhûra gelmesiyle içkin bir hakikatin biçim aracılığıyla sezgiye açıldığı andır. 

Tahayyül ve Temessül Arasında: Âlem–i Misâl 

Sanatın tezahürü yalnızca hissî âlemle sınırlı değil aksine, görünmeyeni sezgiyle idrâk ettiren ara bir varlık katmanına dayanır. Tam da bu ara katmanı anlamlandırmada, âlem–i misâl kavramı temel bir açıklayıcı çerçeve sunar. Burada kastedilen misâl âlemi, bireysel bir imgelem değil; kendi başına var olan, bağımsız ve ontolojik bir varlık mertebesidir.11 Maddî olmayan bu varlık katmanında, şekil ve biçim, içkin ve aslî formlar halinde bulunur. Burada söz konusu olan, hayal ürünü görüntülerden ziyade, kendi iç formunu taşıyan, sezgisel olarak kavranabilen hakikî sûretlerdir. Âlem–i misâlde yer alan sûretler, hissî âlemdeki nesnelerden farklı olarak sâbit formlar halinde bulunmaz. Sezgisel olarak idrâk edilen, fakat buna rağmen biçimsel niteliğini koruyan birer misâli imge olarak var olurlar. Sanatçı, muhayyilesi aracılığıyla bu âlemle doğrudan irtibat halindedir. Eserin ortaya çıkışı ise, bu misâlî imgelerin hissî düzleme tercüme edilmesiyle başlar. Taklide dayanmayan bu tercüme, aslında varlığın bir mertebeden diğerine intikali anlamına gelir. Sanat eseri, bu anlamda âlem–i misâldeki sûretin, duyusal düzlemde tezahür etmiş halidir. Böylece sezgisel düzeyde kavranan bu misâlî sûretler, sanat aracılığıyla maddî bir varlıkta biçim kazanır ve böylece bir metafizik eylem vücut bulur.

Sûret kavramının tarihsel–felsefî gelişiminde Platon, idealar kuramı çerçevesinde hissî sûreti hakikatin yalnızca bir gölgesi olarak konumlandırır. Bu yaklaşıma göre sanat, zaten gerçek olmayan hissî bir sûretin taklidi olduğu için, varlıkla ilişkisi ancak üçüncü dereceden kurulabilir. Platoncu sanat anlayışı, mimesis (taklit) kavramı üzerine kuruludur12; sanat, ideaların kusurlu yansımalarından ibarettir.13 Aristoteles ise bu yaklaşımdan ayrılarak sûreti maddeye içkin kılar ve onu maddenin fiil haline gelmesindeki belirleyici ilke olarak tanımlar. Bu bağlamda Aristoteles için sûret, sadece bir görünüm değil, bilkuvve olanın bilfiile geçmesini sağlayan içkin bir ilkedir. Sanat da bu doğrultuda mimesisten katarsise14 yönelir; yani seyircide bir tür arınma, duyusal boşalım ve içsel denge yaratma süreci olarak işlev görür.15

Molla Sadrâ, el–Esfâr adlı eserinde, sûretin varlık mertebelerinde dört aşamalı bir iniş süreci içinde tezahür ettiğini belirtir. Sanatçı, bu mertebeler arasında aracılık yapan sezgisel bilinçtir; hayal gücü aracılığıyla misâli sûretleri idrâk eder ve onları maddî forma tercüme eder. Bu bakımdan sanat, yalnızca bir biçimlendirme değil, metafizik bir zuhûr biçimi olarak da kavranabilir. 

Sanatçının bu aracılığı, yalnızca bireysel bir üretim ya da estetik form verme süreci olarak değerlendirilemez. Çünkü sanatçı, varlıkta zaten mevcut olan bir anlamı icat etmez; o anlamı, mertebeler arasında seyreden bir akış içinde sezgisel olarak idrâk eder ve uygun biçimiyle maddî zemine taşır. Bu yönüyle sanatçının rolü, anlamın taşıyıcısı değil; zuhûrun eşiğinde duran bir tanık olmaktır. Onun eylemi ne mutlak bir yaratma ne de edilgen bir yansıtma olarak tanımlanabilir. Aksine, sanatçı, sûretin zuhûra geleceği uygun geçidi bulur ve onu varlık mertebeleri arasında bir eşiğe yerleştirir. Bu eşik maddî ve gayr–i maddî olan arasında yer alan haldir; işte sanatın metafizik anlamı tam da bu aradalıkta tecelli eder.

Sezgiyle idrâk edilen hakikatin ifadesi olarak sûret, varlığın belli bir mertebede zuhûra erdirdiği biçimdir ve bu mertebe, “beynel–maddî ve gayr–i maddî” düzlemde yer alır. Bir başka ifadeyle, varlık mertebelerinin bir ucunda maddî ve cismanî varlıklar, diğer ucunda ise manevî varlıklar bulunur. Maddî ve manevî varlık uçları arasında hem maddeden izler taşıyan hem de tamamen maddî olmayan (gayr–i maddî) varlıklar yer alır. Bu varlıkların, daha önce de belirtildiği üzere, âlem–i misâl içinde konumlandıkları kabul edilir. Beynel maddî ve gayr–i maddî düzlemde bulunan bu ara varlıklar, ancak muhayyile ve seziş yoluyla kavranabilir. Ne tümüyle hissî/cismanî âleme aittirler ne de bütünüyle aklî varlık düzenine dahildirler. Bu varlıklar, bir hâlden diğerine dönüşme potansiyeli taşırlar; başka bir ifadeyle, maddî âleme geçiş imkânının en yüksek olduğu varlık mertebesindedirler. Dolayısıyla onlar, iki düzlemin eşiğinde beliren ve misâlî bir varoluş kipine sahip geçişli sûretler olarak tanımlanabilir.16  Sanat, varlık mertebelerinin oluş sürecinde iniş hattının eşiğinde belirir; burada keşfedilen sûret, tahayyül gücüyle hissî âleme taşınır. Bu haliyle sanat, ne yalnızca bir taklit ne de soyut bir temsildir; o bir temessüldür. Daha açık ifadeyle temessül, sûretin, varlığın bir mertebesinde idrâk edilebilir ve görünür hale gelmesidir.  

Bu çerçevede sanat eseri, yalnızca bir dışavurum değil, sezgisel idrâkle kavranan anlamın biçimle buluştuğu bir oluş momenti olarak tanımlanmalıdır. Bu oluş anında sûret de artık ne yalnızca formdur ne de düşünce, o her ikisinin eş zamanlı buluştuğu noktada, anlamın biçimle birlikte bir eşiğe dönüştüğü varoluş haline gelir. Eşik, hem varlık mertebeleri arasında geçiş noktası hem sezgi ile idrâk arasında salınan hâl hem sanatçının sezgiyle buluştuğu geçit hem de misâlî sûretin bedene yaklaştığı hattır. Dolayısıyla o, sadece sûretin biçimle kavuştuğu yer değil hakikatin görünürlükle ilk temas ettiği metafizik sınırdır.

Formdan Zuhûra: Sanatçının Sessiz Tanıklığı

Sanatın doğasını kavrayabilmek, onu yalnızca dışsal formların düzenlenmesine indirgemeden anlamın varlık mertebelerinde nasıl açıldığını çözümleyen bir süreç olarak değerlendirmeyi gerektirir. 

Sanatçının sezgisel idrâkiyle kurduğu sûret, merâtibü’l–vücûd sisteminde zincirin alt halkasında yer alsa da, üst mertebelere ait anlamları taşır. Bu çerçevede sanat, icat edici bir faaliyet olmaktan çıkar, uygun biçim aracılığıyla mevcut hakikatin hissî âlemde görünürlük kazanması haline gelir. Sanat eseri bu yönüyle, en aşağı mertebede zuhûr ederken en yüksek hakikatin yankısını biçim yoluyla taşır. Burada zuhûr, yaratmadan farklı olarak zaten var olan varlığın sanatçı tarafından tahayyül ve sezgi yoluyla belirli bir formda ifşâ edilmesidir. Sanatçının görevi ise bu sûretin zuhûr edebileceği uygun geçidi bulmaktır. Sanatçı, anlamı biçime zorla giydirmez; aksine anlamın açığa çıkabileceği bir duyarlılık alanı oluşturur. Çünkü sanat eseri, yalnızca bir biçim değil, varlığın tafsili (açılımı/ayrıntılandırılması), yani hakikatin belirli bir düzlemde ayrıntılandırarak görünür hale gelmesidir. Çünkü biçim, hakikatin taşıyıcısı değil, sezgisel idrâkin mümkün olduğu yüzeydir.

Zuhûr süreci ise yalnızca yukarıdan gelen anlamın aşağıya yansımasıyla sınırlı değil, aynı zamanda anlamın maddî bir sûretle vücut bulması ve biçim aracılığıyla varlık kazanmasıdır. Çünkü madde, kendi başına şekilsiz, bilkuvve —yani potansiyel— hâlde bulunan bir imkândır.17 Sûret ise bu potansiyele düzen ve yön kazandırarak onu bilfiil varlığa dönüştüren ilkedir. Sanatçının bu süreçteki rolü, yalnızca anlamı sezip biçimi vermeyle sınırlanmaz, biçimin taşıma kapasitesini, oranını, maddî zemine uygunluğunu da bilmekten geçer. Burada sanatçı hem bilen hem de hisseden bir öznedir. 

Form, maddeyle dışsal biçimde birleşen bir yüzey olmaktan ziyade, onunla ontolojik bir bütünlük içinde var olan içsel bir ilkeye dönüşür. Bu temas, ilmi huzûrî kavramının sanattaki karşılığı olarak okunabilir. Yani sanatçı, form verdiği şeyle birlikte var olur. Sanatçı, biçim vereceği şeyle mesafesiz bir yakınlık kurarak bilgisini kavramsal değil, onunla birlikte var olarak temellendirir. Bu yüzden sanatçı, yalnızca sezgisel anlamla yetinmez; bu anlamın hangi maddî zeminde, hangi oranda ve yapıda, nasıl bir duyusal düzlemde tezahür edebileceğini de bilen bir bilinç haline gelir. Bu zuhûr, yalnızca anlamla değil onu taşıyan form, oran, renk, doku ya da ritim gibi estetik araçlarla birlikte gerçekleşir. Sanatçının sezgisel bilgisi, bu unsurların varlıkla kurduğu derin bağa göre şekillenir.

Sanatçının yalnızca zihinsel tasarımdan ibaret olmayan bu kavrayışı, ilmi huzûrî bağlamında, anlamla kurulan içsel bir temasa dayanır. Bu yüzden sanatçının bilgisinin, nesnenin doğrudan tasvirine değil, nesneyle birlikte var olan ve o varlıkla özdeşleşen bir idrâke dönüştüğü söylenebilir. Bu içsel idrâk, sanatçının taşıdığı anlamı ifade ederek onu biçimle birlikte sezdirmesini de mümkün kılar. Dolayısıyla sanat eseri, söylediğini hangi bedenle, hangi düzenle, hangi taşıyıcı yapı aracılığıyla (…) söylediğiyle anlam kazanır. Anlam ve biçim, burada birlikte var olan, iç içe geçmiş bir zuhûrun eş zamanlı ifadesidir. Bu bağlamda bir cami kubbesinin geometrik biçimi yalnızca işlevsel bir örtü değil, yukarıdan aşağıya inen hakikatin mekânda yankılanan bir temessül biçimi olarak okunabilir. Bir başka örnekle, ney taksimi, boşluk ve doluluk arasında süreksizce salınan bir hareketle yalnızca ses değil, zamanın kıyasında beliren bir anlam açılımıdır. Tıpkı bir hattın akışı ya da tezhibin merkezden çevreye yönelen deseni gibi, varlığın fezeyân halindeki inişinin form düzlemine taşınması örnekleri olarak okunabilir. Tüm bu yorumların da gösterdiği üzere sanat, sûreti sadece betimlemekle yetinmez, onu duyularla hissedilebilir kılar. Sanat, sezgisel alan ile biçimin kesiştiği o eşikte anlamın izini süren bir edimdir. Her bir çizgi, oran ya da boşluk, sanatçının dışsal olarak bildiği değil, onunla birlikte var olduğu, varlığa sinmiş anlamların sessiz tanıklığını taşıyan izlerdir.

Sanatçı, varlığın katmanlı yapısı içinde belirli bir mertebede zuhûr eden anlamı görünür kılarken onun aslî görevi bu anlamı sezip bizzat varlığın kendisini bilmektir. Bu yakınlık sayesinde biçim, salt şekil olmaktan çıkar; anlamın içten dışa süzüldüğü bir geçide dönüşür. Dolayısıyla sanatçı, yalnızca biçimi kurgulayan bir tasarımcı değil, zuhûr eden anlamın uygun yüzeyde yankılanmasına aracılık eden sessiz ama derinlikli tanığıdır. Yani sanatçı yaratıcı fâil değil, şahit olan öznedir. Bu şahitlik, onu edilgen değil aksine varlığın açığa çıkışına etken biçimde aracılık eden bir ferdiyet, bir bilinç kılar. Form, sanatçının taşıdığı sezgiyi ifade eden, onu mümkün kılan içsel idrâkin hem izdüşümü hem de elçisidir. 

Anlam ile duyusal biçimin buluştuğu bu eşiğin en aslî aracı ise tahayyüldür. Tahayyül, burada psikolojik bir yetiden öte,   varlık mertebeleri arasında iş gören ve âlem–i misâl ile temas kurabilen bir varlık düzlemidir. Başka bir ifadeyle görünmeyen anlamın görünür forma geçmesini mümkün kılan varlıklar arası geçittir. Sanatçının hayal gücüyle şekillendirdiği imgeler, âlem–i misâl düzleminden sezgi yoluyla alınır ve duyusal biçimlere tercüme edilir. Burada tercüme, yalnızca bir aktarım ya da taşıma değil anlamın sezgiyle kavranması ve uygun biçim bilgisiyle duyusal düzleme sadakatle yerleştirilmesidir. Bu anlamda tercüme, temessülün bilinçli biçimidir; ne birebir kopya ne de soyut aktarım ama arada işgören metafizik bir aracılıktır. Taklidi olmayan bu tercüme, aslında varlığın bir mertebeden diğerine geçişi ve yeni bir düzlemde açığa çıkışıdır. Bu anlamda sanat eseri, âlem–i misâldeki sûretin duyusal düzlemde tezahür etmiş yeni bir varlık halidir.

Sonuç olarak sanat, ne anlamın temsilidir ne de formun dışsal bir yansıması; o sezgisel olarak kavranan bir hakikatin varlık mertebeleri arasında geçişle duyusal biçime bürünmesidir. Bu geçiş yalnızca imgeler akışı değil bizzat varlığın tahayyül aracılığıyla görünür hale geldiği metafizik bir eylemdir. Bu yönüyle sanat, sûreti taşımaz, sûreti zuhûr ettirir.

Temessül Olarak Sanatı Yeniden Düşünmek

İslam felsefesinin özellikle Molla Sadrâ’nın varlık ve bilgi anlayışına yaslanan bu çalışma, sanatın mahiyetine dair alışıldık estetik yaklaşımların ötesinde, ontolojik ve sezgisel bir yorum imkânı aramaktadır. Sadrâ’nın meratibü’l–vücûd, hareket–i cevheriyye, âlem–i misâl ve ilmi huzûrî gibi temel kavramları doğrultusunda sanatın, yalnızca biçimsel ya da estetik bir üretim süreci olarak değil, varlığın tedricî biçiminde açığa çıktığı, sezgi ve bilgiyle örülen bir zuhûr eylemi olarak yeniden yorumlanmıştır. Bu çerçevede sanatçı, yalnızca biçim kurgulayan bir tasarımcı değil; varlık mertebelerinde beliren anlamı sezgisel idrâkle kavrayan ve form bilgisiyle onu uygun düzleme tercüme eden bilinçtir. 

Sanat eseri, görünmeyen anlamın sezgiyle kavrandığı, biçim bilgisiyle yapılandırıldığı ve duyusal düzlemde tezahür ettiği ontolojik bir oluş anıdır. Burada biçim, estetik bir yüzeyin de ötesinde anlamın bedene kavuştuğu içkin bir geçittir. Bu bağlamda sanat, taklit ya da temsile indirgenemeyecek kadar derin bir metafizik edim olarak varlığın kendini sûret aracılığıyla açtığı bir temessül düzlemi olarak düşünülmeli; sanat eseri ise sezgiyle idrâk edilen hakikatin bilgiyle biçim kazanarak zuhûr ettiği eşsiz bir varlık hadisesi olarak okunmalıdır. Bu bağlamda Sadrâ’dan ilhamla temellendirilen sezgi–bilgi birlikteliği, çağdaş sanatın kavramsal derinlik, sezgisel duyuş ve ontolojik ifade arayışlarıyla kesişerek sanatın, varlığın kendi sûret aracılığıyla açtığı bir metafizik düzlem olarak yeniden düşünülmesine katkı sunmaktadır.




Makalenin devamını okumak için Abone Olun