Bir İslam Medeniyet Mûsıkîsi Örneği Olarak Osmanlı Mûsıkîsi

Yalçın Çetinkaya

Yalçın Çetinkaya



Osmanlı–İslam Mûsıkîsi, “İnsan Merkezli” Bir Mûsıkîdir

Allah, insanı yaratmayı murad etti, onu yeryüzünde kendisine halife kıldı. Onu nimetleriyle donattı, doksan dokuz esmasıyla mücehhez kıldı. Kendisini anlayabilecek akıl verdi. Kendisinin sonsuz ve sınırsız ilmini idrâk edebilecek kadar ilim verdi. Kendi küllî iradesinden bir cüz lütfetti. Hazret–i İnsan, yaratıcısı olan Hazret–i Allah’ın ruhundan kendisine üflemesiyle hayat buldu. Böylesine kabiliyetlerle donatılmış bir “eşref–i mahlûkât”, eşyanın hizmetinde olamaz, ancak eşya onun hizmetinde olabilir ve olmalıdır. İslam medeniyeti, “insan”ı böyle algılar ve medeniyetin merkezinde konumlandırır. Bu medeniyet dairesinde her şey insan içindir, eşya da insanın hizmetinde olmalıdır. Bu medeniyet algısına göre eşya, bu medeniyet insanının elindedir ve onun kullanım tarzına göre şekillenir. Mûsıkî de bir eşyadır ve İslam medeniyetinde mûsıkî de insanın hizmetindedir, insanın ona verdiği şekil ile şekillenir ve anlam kazanır. İnsan, Allah’ın yarattığı ses cevherini kendi yaratılmışlık zenginliği ve donanımı doğrultusunda, o ses cevherine müdahale etmeden kullanır. İslam medeniyetinde insanın varlıkla ve eşyayla ilişkisi de bu anlayış üzerine kuruludur. Her şey insan içindir, insanın hizmetine sunulmuştur ve insanın bilgisi arttıkça eşyayla ilişkisi de bu bilginin anlam ve değeri nispetinde olacaktır.

Mûsıkînin “insan merkezli” olması, insan kabiliyetinin ve “yaratıcılığının birtakım mûsıkî kuralları ile sınırlandırılamaması” olarak okunabilir. Batı müziği, bu anlamda bir kurallar bütünüdür (Beethoven’in “Güzellik uğruna bozulmayacak kural yoktur” diyerek Arnold Schönberg’in de “Atonal Sistem” ile bu kurallara âdeta başkaldırdıklarını hatırlamamız gerekmektedir). İnsânî yaratıcılık, zaman içinde tekâmül etmektedir ve meselâ iki yüz yıl önce yaşayan bir müzisyenin koymuş olduğu kurallar, bugün için anlamını kaybetmiş olabilir. Bugünün daha fazla müzik dinleyebilen “insânî yaratıcılık” sınırları daha da genişlemiş olan müzisyenini geçmişin sınırlı bilgisi ile konulmuş kurallara bağlamak, müzisyene yapılmış haksızlıktır. Batı müziğinde armoni kuralları, neredeyse tamamen böyledir. Bozulmuş, indirgenmiş, müdahale edilmiş bir ses cevherini muharref kutsala göre yeniden şekillendirmeye çalışan Batılı kilise müzisyenlerinin koyduğu kurallar, bugün de geçerlidir. Ancak tüm bu kurallara rağmen özellikle Avrupa müziğinin ve bestecisinin klasik dönemden başlayarak romantik dönem sonlarına kadar, neredeyse tamamen kilisenin yörüngesinden çıkarak bağımsızlaştığını ve yüksek düzeyde seyrettiğini söylemek gerek. Bunu da sanırım “Avrupalı bestecinin, kurallara rağmen insânî yaratıcılığın sınırlarını zorlaması” gibi takdire şâyân çabasıyla izah etmek mümkündür.

Osmanlı/İslam/Türk mûsıkîsi, Batı müziği gibi katı kurallarla sınırlandırılmış bir mûsıkî değildir çünkü fıtrî ve tabii ses cevherine müdahale edilmediği için bu cevher de zaten tamamen fıtrî biçimiyle kullanılmaktadır. Böyle olunca da “insânî yaratıcılık”ın sınırları genişlemektedir.

Mûsıkîmizde kurallar koymak ve onu Batı müziğinde olduğu gibi standart hâle getirmek, Türkiye’nin Batılılaşma ve modernleşme macerasıyla yakınlık arz etmektedir. Bu standartlar, mûsıkîmizi tektipleştirmekte ve insan merkezli olmaktan uzaklaştırmaktadır.

Osmanlı müziğini diğer müziklerden ayıran farklardan ve en önemli özelliklerinden bir tanesi, makamsal sistemi “insan merkezli” bir müzik olarak kullanmasıdır. Batı müziği, enstrüman merkezli bir müziktir, Osmanlı müziği ise insan merkezli... Diğer yandan ifade gücünün diğer müziklere göre daha yüksek olması, şiirle bütünleşmiş bir mûsıkî olması gibi özelliklere de sahip bir müziktir. Şiir, mûsıkîmizin “mütemmim cüz’ü”dür, başka müziklerde şiirin bu denli katkısını görmek zordur. Osmanlı/İslam mûsıkîsi, elest bezminin sesidir. Hakikî ve hikmetten nasibini almış mûsıkî erbâbı, mânâ âleminin dili ile konuşur. Hakikî ve hikmetten nasibini almış şâirler de mânâ âleminin dili ile konuşur. Ancak ortalıkta dolaşan her şâir ve her müzisyenin de bu “mânâ âlemi”nin dilinden anladığını söyleyemeyiz. Osmanlı/İslam/Türk mûsıkîsi, mânâ âleminin dili ile konuşan ve hikmetten nasiblenmiş iki insanın, şâir ve bestekârın, birlikte ortaya çıkardığı bir mûsıkîdir.

Aşkın Müziği:
Osmanlı Mûsıkîsinin Özünde Tasavvuf ve İlâhî Aşk Vardır

Mûsıkînin, İslam geleneğinin bütünü içerisindeki önemi ve meşruluğu ile ilgili sorular sadece kanunlara ve ilahiyata isnat edilemez. Bu daha çok İslamiyet’in iç ve manevî kısmıyla alâkalıdır. Bu yüzden de adlî seviyede ne çeşit müphem durumlar çıkarsa çıksın, özellikle mûsıkînin İslam maneviyatı ile ilgisi söz konusu olduğundan, nihaî cevap tasavvufta aranmalıdır. Bazı sûfîler, mûsıkî konusunda bir hayli ileri düşünceler serd etmişlerdir. Bunlardan biri de Şirazlı Ruzbahan Baklî’dir. Ruzbahan Baklî Şirâzî, 522/1128 yılında Şiraz yakınlarındaki Fasa’da doğmuş, 606/1209’da Şiraz’da vefat etmiştir. Baklî, bâtınî ve zâhirî ilimlerde üstad kabul edilen bir sûfî idi. Risâletu’l–Kuds adlı eserinde Baklî müziğin önemine, hangi şartlarda meşru olduğuna, mûsıkîyi dinlemeye yetkili olanların ne tür özellikleri hâiz kişiler olması gerektiğine, dinlemeye ve icrâ etmeye değer mûsıkî çeşitlerinin hangileri olduğuna değinir. Baklî, ruhun diriliğini manevî mûsıkîye (semâ) borçlu olduğunu söyler. Ona göre mûsıkî, insanlık halinin (beşeriyyet) sahip olabileceği tüm sıkıntılardan doğan düşüncenin duruluşunda var olup insan tabiatını heyecana getirmektedir.

Ruzbahan Baklî’nin düşüncesine göre mûsıkî, Rabbânî sırların (Esrâr–ı Rabbânî) uyarıcısıdır. Mûsıkî, bazıları için günaha teşvik edici olabilir çünkü o kişi, aslında noksandır. Diğerleri için ise mûsıkî öğüttür, çünkü o kişi, mükemmelliğe erişmiştir. Manevî mûsıkî, hakikatin (el–Hakk) mûsıkîsidir. Rûhânî mûsıkî, Allah’tan gelir, Allah’ın önünde durur, Allah’la beraberdir. Aşk (muhabbet) müridleri, mûsıkîyi dünyevî benliklerinden yardım istemeksizin dinlerler, özlem (şevk) yolunda yürüyenler, mûsıkîyi sebeplerden yardım istemeksizin dinlerler, şiddetli, aşkın, azimkâr takipçileri, manevî mûsıkîyi kalpten yardım istemeksizin dinlerler, manevî âşinâlık ile dalgalananlar, manevî mûsıkîyi ruhlarından yardım istemeksizin dinlerler. Mûsıkîyi bu araçlarla dinleyenler, Allah tarafından örtülürler. Ama eğer dünyevî benlikleri ile dinlerlerse dinsiz (zındık) olurlar. Sebeplerin gücü ile dinlerlerse övgüye değer olmaya hak kazanırlar. Kalpleri ile duyarlarsa tefekküre dalanlardan olurlar. Ruhları ile dinlerlerse huzura kavuşurlar. Manevî mûsıkî, ilâhî huzurun dinlenmesi ve görülmesidir. Manevî mûsıkî, ilâhî hakikatin hâzinesinin anahtarıdır. Manevî mûsıkî, hak âşıklarına câiz; cahiller için ise haramdır.

Baklî’ye göre üç çeşit manevî mûsıkî vardır: Biri, bayağı insanlar; diğeri, elit kesim; sonuncusu ise elitler içindeki elit kesim içindir. Bayağı insanlar, tabiatlarının elverdiği ölçüde dinlerler, bu ise onların mûsıkînin bâtınî yönünden yoksun oldukları anlamına gelir. Elit kesim, kalbi ile dinler. Bu onları tedkik etmeye yöneltir. Elitler içindeki elit kesim, benliği ile dinler. Bu, onların âşık olduğu anlamına gelir.

İslamiyet’in takındığı temkinli tavır, mûsıkînin zâhirî yönü ile ele alınarak kudsiyetinin bozulmasına müsaade etmez. Zâhirî düzeyde mûsıkî, hayvanî duyguları harekete geçirmesin diye sınırlandırılmıştır. Bâtınî düzeyde ise, duyguları değiştirmek ve benliği başka bir kalıba sokmak için bir araçtır. Ancak mûsıkînin dinleyicinin tabiatını bozmadan önce cismanî benliğinin boyun eğdirilmesinin garanti edilmesi şartıyla çalınması gerekir.

İslam medeniyeti, pek çok büyük mûsıkî geleneklerini “İslam’a rağmen” değil, “İslam’dan dolayı” muhafaza etmiş ve geliştirmiştir. İslam, insanı Allah’ı unutturmaya götüren mûsıkîyi yasaklamıştır. Kur’an–ı Kerîm kıssalarında, mübarek peygamberlere atfedilmiş ilâhîlerde, İslam’ın kutsal münacaatlarında ve iç boyutların vâsıtasıyla mûsikiyi, ilâhî varlığa ulaşmak için bir basamak olarak tayin etmiştir.

Mûsıkî, insana ait bir sanattır ve insan, bu sanatı bulunduğu her ortamda kullanmıştır. Eğlence meclislerinde, hüzün meclislerinde bu hüzne uygun müzik var olmuştur; ibadet esnasında icrâ edilen bir müzik olduğu gibi yemek yerken icrâ edilen veya dinlenebilen müzik vardır. Müzik, insan hayatının bir parçasıdır ve insan, müziği hayatının her ânında kullanmıştır; bundan sonra da kullanmaya devam edecektir. Bu, her dönemde böyle olmuştur. En dindar toplumlarda da en inançsız toplumlarda da müzik, bir şekilde var olmuş ve kullanılmıştır. 

Osmanlı gibi bir devletin de kendi kültürünün bir göstergesi olarak ve bu kültüre uygun formda bir müziği olduğu bir gerçektir. Toplumların müziklerini böyle bir çeşitlilikle ele alıp incelemenin daha doğru olacağını düşünüyorum. Osmanlı müziği için tek başına “işret (eğlence) müziği” demek hem mümkün hem de doğru değildir. İnsan, müziği eğlence ortamında da kullanabilir; Allah’a ibâdet ederken, O’nu zikrederken de kullanabilir ama içinde inanç değerlerini ifade etmesinden tutun da eğlence müziğine varıncaya kadar hemen her çeşit müziği barındırıyor olsa da Osmanlı medeniyetinin müziğinin merkezinde tasavvuf kültürü vardır. Tasavvuf, Osmanlı’da mûsıkîyi anlamlı hâle getirmiştir. Tasavvufî ekoller içinde mûsıkîyi en fazla benimseyen ve ona çok yüksek bir anlam yükleyerek kendi ritüellerinde kullanan da Mevlevîlik olmuştur. Her ne kadar teknik ve nazarî olarak kadîm mûsıkî bilgisine dayanıyor olsa da Mevlevîliğin en önemli kavramı olan “aşk”, Osmanlı mûsıkîsinin de en temel konusudur.

Mevlevîlik kültürü açısından bu aşk, “ilâhî aşk” olarak tezahür eder. (Hatta birçok klasik Osmanlı şarkısındaki aşk, ilâhî aşka atıfta bulunur. Hacı Arif Bey gibi son dönem Osmanlı bestekârının eserlerinde bile bu ilâhî aşkın yansımaları vardır. Zaten “aşk”ın kendisi, ilâhîdir. Platon’un dediği gibi “aşk, ilâhî bir deliliktir”. Mecazî aşk, ilâhî aşkın âdeta frekansı azaltılmış bir yansımasıdır… Mecazî aşk, ilâhî aşk yolunda belki bir köprüdür, bu bakımdan belki de ilâhî aşkın bir cüz’üdür). Hz. Mevlâna güzel sesi ve çalgı dinlemeyi “âşıkların gıdası” olarak kabul eder; ney sazının “insan–ı kâmil”i sembolize ettiğini, neye düşen ateşin de “aşk ateşi” olduğunu söyler.

Mevlânâ’nın Mesnevî’si aşk üzerine kuruludur, Mesnevî’nin özü “aşk”tır, aşkı konu alır, aşk üzerinde yeşerir ve gelişir. Osmanlı mûsıkîsinin Itrî gibi, Dede Efendi gibi en önemli bestekârları, Mevlevîlik kültürünün tedris edildiği Mevlevîhanelerde yetişmişlerdir ve Osmanlı mûsıkîsinin özellikle bu iki büyük bestekârının eserlerinde kültürün etkisi ve izleri vardır. Sultan III. Selim ile birlikte Kutbu’n–Nâyî Osman Dede, Zekâî Dede gibi bestekârların da Mevlevîlik kültüründen hayli nasiplendiklerini ve Osmanlı mûsıkîsinin şâheserlerini besteleyen bu bestekârların eserlerinin daha sonraki bestekârlar için de birer numûne–i imtisâl hatta ilham kaynağı olduklarını düşünecek olursak Osmanlı mûsıkîsinin genelinde —Mevlevîlik kültürünün ana belirleyici olması kaydıyla—, tasavvufun önemli bir hissesi olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı mûsıkîsinin en önemli malzemesi olan divan şiirinin de tasavvuf kültüründen ve “aşk”tan ayrı tutulamayacağı âşikârdır. Abdülhak Şinâsi Hisar, “Divan edebiyatı, Divan şiiri, aşkın hasbahçesidir.” der.

Tasavvuf kültürü, elbette bestekârların sadece eserlerine değil onların yaşama biçimlerine de yansımış olmalıdır ki bu kültür, bestekârın hayatında kuvveden fiile dönüşmüş ve bir “mûsıkî eseri” olarak tezahür etmiş olabilsin. Yoksa bestekârın tasavvuf kültürünü tam anlamıyla yaşamadan, bu kültürü iyice özümsemeden ve ona vâkıf olmadan bu tür eserler verebilmesi mümkün değildir.

Aşk, şarkısından tutun da Mevlevî âyinine kadar Osmanlı mûsıkîsinin temel konusudur. Aynı zamanda aşk, tasavvufun da temel konusudur ve sadece bu temel konu açısından bile tasavvuf kültürü ile mûsıkî birbirine yakındır. Tasavvuf kültürü ve ilâhî aşka erişen bir aşk ehli, bu ilâhî aşkı ifade edebilmek için mûsıkîyi de kullanmıştır. Mûsıkî, ilâhî aşkın bir ifadesidir. Osmanlı mûsıkîsini (ki bence Cumhuriyet’le birlikte Osmanlı mûsıkîsinin tasavvufla olan bağı kopmuş ve mûsıkîmizin muhteviyatı seküler hâle gelmiştir) tasavvuf kültüründen ve “aşk”tan ayrı düşünmek Osmanlı mûsıkî kültürünün anlaşılmasına önündeki en büyük engellerden biridir. Ancak bu “ilâhî aşk”, toplumların sekülerleşme süreciyle birlikte anlamını kaybetmiş ve “ilâhî aşk” olmaktan uzaklaşmıştır; hatta “aşk” olmaktan bile çıkmıştır.

Osmanlı Mûsıkîsi, İslam Mûsıkî Sanatının Devamıdır

Antik Yunan düşüncesi, İslam filozoflarının elinde adeta yeniden şekillenmiş, Aristoteles ve Eflatun gibi bazı Yunanlı filozoflar, İslam düşünce dünyasında yeni bir kişilik ve kimlik kazanmışlardır. Birçok İslam filozofunda ve düşünce ekolünde Antik Yunan düşünürlerinin izlerini görebilmek mümkündür. Hatta iz olmanın da ötesinde Müslüman düşünürler, düşünceye ait ne varsa kendilerini bunun varisi olarak görmüşlerdir. Antik Yunan ve İslam düşünce ekolleri arasındaki temel farkın İslam düşüncesinin vahiy kaynaklı olmasına dayandığı ifade edilmektedir. Başka kadim kültür ve medeniyetlerden tercüme edilen ve İslam düşünce dünyasına kazandırılan tüm eserlerin de vahiy ve Nebi süzgecinden geçirildiğini söylemek herhâlde yanlış olmayacaktır.

Seyyid Hüseyin Nasr’a göre, iki önemli nehir medeniyeti olan Mısır ve Mezopotamya, Grek filozof ve ilim adamlarının sahneye çıkıp teorilerini kurmadan ve onları geliştirmeden çok önce olağanüstü bir nitelikte tıp ve matematiğin temellerini atmışlardı. Yeryüzünü olduğu kadar gökleri de araştıran bu uzun geleneği temel alan Grekler, ilmî faaliyet merkezleri İskenderiye’ye kaymadan önceki yaklaşık üç yüzyıl gibi nispeten kısa bir süre içinde sırasıyla Thales, Pythagoras, Platon ve Aristoteles’i yetiştirdiler. Grek gücünün alacakaranlığı ile eski Mısır medeniyetinin son nefesleri esnasındaki Mısır ülkesinde Grek, Mısır ve Doğu ilimlerinin yeni bir sentezine ulaşıldı. Bu sentez, ilim tarihinin Oklides, Batlamyus ve dolaylı olarak Calinus gibi, İslam medeniyetine âdeta Müslüman öğretmen ve üstatlarmış gibi girmiş isimler yetiştiren en verimli dönemlerinden birine yol açacaktı.

Yine Nasr’ın aktardığına göre Grek–Helenistik miras, İslam dünyasına doğrudan Atina’dan değil, İskenderiye’den ulaşmıştı. Böylece Platon (Eflatun), çoğunlukla Yeni–Platoncuların fikirleri çerçevesinde, Aristoteles ile Afrodisias İskender ve Temistius aracılığıyla tanınmıştı. Mistik unsurlar ile titiz bir mantığı bir araya getiren, çeşitli ilim geleneklerinin sentezini yapan, tüm ilimleri bilgi türüne göre ve başka birçok bakımlardan sınıflandıran İskenderiye ilmi, İslam dünyasının beklediği tarihî misafirdi ve nitekim aynı tarzda İslam ilmi haline getirilerek Batlamyus ve Origen’in İskenderiye’si, İbn Ataullah İskenderânî gibi Müslüman şeyhlerin yetişeceği Müslüman Mısır’ın incisi hâline geldi. Bu akışın, diğer medeniyetlerdeki mûsıkî birikimlerinin ve düşüncelerinin de aynı yolla İslam dünyasına girmesine sebep olduğu söylenebilir. Bu “ilim intikalleri”, İslam dünyası için normal ve doğrudur. Hz. Muhammed’in[s.a.v.] “Hikmet, Müslüman’ın kaybolmuş malıdır, onu bulduğu yerde alır” hadisi Müslüman ilim adamını, müzisyenini, düşünürünü, araştırmacısını cesaretlendirir, teşvik eder ve harekete geçirir. Onun zihin evrenini geliştirir, genişletir.

İslam düşünürleri ve müzisyenleri, tabii olarak mûsıkî ile ilgili bilgi materyalini de vahiy süzgecinden geçirerek değerlendirdiler ve bunun sonucunda ortaya oldukça ihtişamlı bir İslam mûsıkî düşüncesi formu çıktı. İslam mûsıkî düşüncesi formu, Kindî, Fârâbî ve İbn Sînâ gibi düşünürler ve İhvân–ı Safa gibi düşünce ekollerinin katkıları sonucu, söz konusu ihtişamına ulaştı. Bu arada mûsıkî ile ilgili olarak Safiyuddin Urmevî ve Meragalı Abdülkadir gibi şahsiyetler tarafından, günümüze kadar ulaşan ve oldukça anlamlı mûsıkî nazariyat çalışmaları yapıldı. Urmevî ve Meragî’nin temelini atıp olgunlaştıkları mûsıkî sistemi, İslam ve Osmanlı mûsıkî sisteminin temelini oluşturur.

Türk Müziği, Klasik Türk Müziği, Türk Mûsıkîsi gibi ad­landırmaların yanlış ve eksik olduğunu ve en uygun adlandırmanın, “Osmanlı Mûsıkîsi/Müziği” olabileceğini düşünüyorum. Çünkü buradaki “Türk” modern süreçte seküler ve etnisiteye dayalı yeni bir inşâ olup, zemini ve geleneği olan Osmanlı ve İslam mûsıkîsinden kopmayı temsil eder. Diğer taraftan Osmanlı medeniyeti, sadece Türklerin meydana getirdiği bir medeniyet değildir. Geniş Osmanlı coğrafyasının içinde kalan tüm dinî ve etnik toplulukların, bu medeniyetin meydana gelmesinde bir şekilde payı ve katkısı vardır. Ancak bu me­deniyet, öncelikle bir “İslam medeniyeti”dir ve İslam düşüncesinin uzantısıdır. Çünkü İslam; ye­rel, bölgesel veya herhangi bir etnisiteye bağlı bir din değildir. Tüm insanlığa indirilmiştir. Ta­bii olarak bu dine ait medeniyetin ortaya çıkmasında vahye uygun yaşayan toplumların ve vahiy kültürünün oluşturduğu ortamda insanların katkıları olmalıdır. Bu geniş kültür havzası, siyasî haritaya göre “Ad­riyatik’ten Çin Seddi’ne” kadar yayılan geniş bir havzadır ve içinde Rum, Ermeni ve Yahudilerden tutun da pek çok farklı etnik ve dinî çeşitliliğin kültürlerini barındırır. Dolayısıyla biz tüm bu coğrafyanın ortak olarak ürettiği ve Osmanlı Devleti içinde gelişen müziğe “Türk müziği” adını İslam düşüncesinin ve Osmanlı tecrübesinin bir uzantısı olarak veriyoruz.

Osmanlı medeniyetinin bence en zengin alanı olan Osmanlı mûsıkîsi, derin bir tarihsel boyutu olan İslam mûsıkî sanatının bir devamıdır. Osmanlı mûsıkî sanatının Itrî, Dede, Sultan III. Selim, Hacı Arif Bey gibi isimlerini, Fârâbî, Kindî, İbn Sînâ, İhvân–ı Safâ, Meragalı Abdülkadir ve Safiyüddin Urmevî gibi bu sanata bir şekilde katkıda bulunmuş insanlardan ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu mûsıkînin başlangıcını 16.  veya 17. yüzyıllarla sınırlandırmak da bu müthiş birikime yapılmış bir haksızlık olur. Osmanlı mûsıkîsi, tasavvuf ehli tarafından Bezm–i Elest’e kadar dayandırılan Hz. İdris’den[a.s.], Hz. Davud’dan[a.s.], Hz. Süleyman’ın[a.s.] talebesi olduğu söylenen Pythagoras’dan neş’et eden mûsıkî düşünce ve pratiğini de içine alır; bu düşünce ve pratiğin etkilediği Arap ve Fars başta olmak üzere hemen hemen tüm Doğu dünyasının mûsıkî birikimini referans olarak kabul eder. Osmanlı mûsıkî sanatı, tüm bu muazzam kaynaklardan beslenerek var olmuş bir mûsıkî sanatıdır ve açık bir şekilde “İslam mûsıkîsi”dir ve bu bağlamıyla Türk Mûsıkîsidir.

Osmanlı/İslam/Türk mûsıkîsinin bence diğer müziklere göre farklı ve önemli bir yanı daha vardır: Notaya sığmaması… Müziğimiz ve müziğimizin sesleri, notaya sığdırılıp bir nota ve işaret ile tanımlanmaya başladığı andan itibaren evet kaydedilebilmiştir ama aslî hüviyetini bence kaybetmiştir. Nitekim, 18. yüzyılda İstanbul’da Fransız elçiliğinde görev yapmış Charles Fanton da Osmanlı müziğinin notayla ifade edilmesinin zorluğuna dikkat çeker. Osmanlı müziği notanın değil hâfızaların müziğidir, insan hâfızasına emanet edilmiştir.

Bunun yanında müziğimizin makamsal sistemi ve koma seslere sahip olması önemli ve onu farklı kılıyor. Makamsal Türk mûsıkîsinin yapısını, dairevî hareket olarak izah edenlerdenim ancak bu dairevî hareketin yeni bir söylem olarak Allah’ın “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn (Şüphesiz Allah’tan geldik ve şüphesiz O’na dönücüleriz)” âyetinin mûsıkî sanatında yansıması olduğunu düşünürüm. Müzikteki ve tüm varlıktaki dairevî hareketi bu âyete bağlayarak izah etmeye çalışmak, böyle düşündüğüm için değil ama, varlığın fıtrî seyrini yansıttığı için bana daha doğru bir izah şekli gibi geliyor. 

Osmanlı şairi Nâbî’nin şu şiiri bize bu konuda yol gösterir: 

Mûsıkî hikmete dâir fendir 

Bilene bilmeyene rûşendir  

Nice esrârı var idrâk edecek 

Yer gelir, sîneleri çâk edecek 

Seyyid Vehbî de şunları söyler: 

Mûsıkî fenni de hikmettendir 

İlm–i esbâb–ı tabiattandır.

Bu sözler Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerine de atfedilir. Müziğimiz, muttakîlerin, mutmain nefsin müziğidir, hikmetten bir cüzdür, elest bezmindeki ilâhî hitâbı özleyip taklid edenin müziğidir ve elest bezmindeki ilâhî hitâbı hatırlatır. Bu özellikleri ile dünyanın tüm müziklerinden farklıdır ve üstündür. Osmanlı/İslam/Türk mûsıkîsi, nefsin kurumlarından, kirlerinden arınmış dervişlerin mûsıkîsidir. Âdetâ ölümsüzdür, onun için kâğıda yazılmadan yüzyıllarca yaşamıştır. Çünkü ölümsüz olanın adı ile bestelenmiş veya yazılmıştır. Kalpten çıkmıştır, kalbe ulaşmıştır.




Makalenin devamını okumak için Abone Olun