Görgün: Bismillahirrahmanirrahim. Arkadaşlar hoşgeldiniz, Teklif’in bu sayısının mevzusu sanat… Sanat dediğimizde ben, hep insan amelinin keyfiyetini düşünürüm. İnsan, ameliyle bir dünya kuran varlık olduğu için, insanın dünyayı kurarken ve sürdürürken ne yaptığı ve nasıl yaptığı, esas itibarıyla sanatın konusu. Dolayısıyla bizim burada özellikle üzerinde duracağımız mesele, insanın yapıp etmeleri ile alakalı. Sanat, bu cihetten bakıldığında insan hayatının bütünü ve tüm insan faaliyetleri ile alakalı gibi gözükse de, insanlar zaman içerisinde sanatı insan faaliyetinin bir kısmı için kullanmışlardır. Böylece, insanın yaptıklarında insanlığın varoluş imkânlarını genişleten, itibarî olarak öncesi veya benzeri olmayan faaliyetler için “sanat” tabiri kullanılır olmuştur. Buradaki itibarîlik tabii ki çok önemli; öncesi ve benzeri olmayan iş, eylem, mutlak olarak Allah’a mahsustur. Bu anlamda sanat, Allah’ın yaratmasının bir cihetini isimlendirir. İnsanlar, her zaman ve her yerde, itibarî olarak öncesi ve/veya benzeri olmayan ameller gerçekleştirebilir, şeyler yapabilir. Bu noktadan bakıldığında ilâhî sun’, kendi başına san’attır; geri kalan, insanların eliyle ortaya çıkan tüm eserler, şu veya bu şekilde daha önce olan, verilmiş olana benzer, onun şu veya bu oranda değiştirilmiş halidir. Bu anlamda insan eliyle yapılmış olan ve itibarî olarak farklılaşan şeyler ve fiiller, sanat eserlerini teşkil eder. Sanat eseri olarak algılanan şeyler ve amellerde, harikulade bir cihetin zuhuru beklenir. Eğer herhangi bir faaliyet tekrar edilebiliyorsa, benzeri yapılabiliyorsa o artık bir şekilde “sanat” adını taşımıyor: ona bilim veya teknik, ya da teknoloji adı verilir. Sanat, tüm insan fiilleriyle alakalı olmakla birlikte insan fiillerinden, amellerinden bir kısmı, özellikle insanın önüne varoluş imkânları açması açısından bir mânâ, bir özellik taşıyan amellerine sanat denilmesini ifade ediyor. Bu cihetten sanata ve sanata ait olan alanlara bizim klasik dilimizde “bedîiyat” da denir. Bedîiyat zaten kelime olarak, öncesi ve benzeri olmayan işler anlamına geliyor. Buradan hareketle hakikî sanatın veya sanat değeri taşıyan amellerin, ilâhî kudretin kendisine özel kabiliyet verilmiş insan eliyle, özel bir şekilde tezahürü olduğunu söylemek mümkündür.
Üçer: Bu anlamda Şeyh Galib’in şiirde bedî‘, yani eşsiz sanatkarâne yol neye tekabül eder sorusuna cevaben bir beyti var:
Merd âna derler ki aça nevrâh
Erbâb–ı vukûfu ede âgâh.
Buna göre, daha önce benzeri olmayan yepyeni bir anlam, söyleyiş, ifade ve yol, sanatkârdan beklenen şey olarak görünüyor.
Türker: Ve bu ayıklık sağlar diyor.
Üçer: “Poiesis: Bir şey ortaya çıkarma, yapma” mânâsını ifade ediyor ve şiirle ilgili olan anlamında poietikos da bu sözcükten türüyor. Hocam araya girdim, buyrun.
Görgün: Estağfurullah. Bunu ve insan amelinin ilâhî iradenin tahakkukunun bir vasıtası ve vasatı olduğunu dikkate aldığımızda, insan fiilleri ve özellikle sanata ait olarak kabul edilenler Râgıb el–İsfahânî’nin isimlendirmesiyle “nusret”e denk düşüyor. Yani tekvine esas olan ilâhî emrin yanında, teklife esas teşkil eden ilâhî emrin tahakkukunda vasıta ve vasat olan insan fiilleri insanlığın önüne yepyeni varoluş imkânları açması açısından sanat değeri taşıyor. Bu cihet, insan fiilleri arasında sanat değeri taşıyan ve taşımayanı hak ve hakikatle irtibatı açısından ayırma imkânını da veriyor. Bu yönden, özellikle nusreti dikkate aldığımızda, sanatın ilâhî emrin insan fiilleri üzerinden tahakkuku cihetine baktığımızda insan fiillerinin ahlâkî ve sanatla alakalı boyutu, bir ve aynı şeyin iki yüzü olarak karşımıza çıkıyor. Tüm bunların belirli bir insicam içerisinde mizana, tenasübe uygun bir şekilde gerçekleştirilmesi de —bu ne demek; yatay ve dikey olarak bir uyum sergilemesi— işin tabiri caizse estetik tarafını oluşturuyor. Bunu dikkate aldığımızda aslında insan fiillerinin bir düzen içerisinde gerçekleştirilmesi ve böylece bir dünya kurmak, aslında gerçek anlamda bir sanat faaliyeti olarak tahakkuk ediyor. Dolayısıyla sanata biz bu cihetten kapsamlı olarak baktığımızda sanatın dışında bir hayatın söz konusu olmadığını da söyleyebiliriz. Sanat aslında gerçekten de amacına uygun olarak yaşanmış hayata da denk düşüyor. Zaten bizim klasik dilimiz bunu “edep” tabiriyle isimlendiriyor. Edebin sadece sözle alakalı olmayıp insan fiilleriyle alakalı olarak da kullanıldığını dikkate alacak olursak edep, bir mânâda sanat olarak yaşanmış hayata denk düşüyor.
Çiçek: O zaman estetik veya sanat gibi ıstılahların kullanma biçimleri, içinin doldurulduğu dönem, özellikle Batı’da sanat–zanaat ayrımı, bizim tanımlarımızı ve bakış açılarımızı da belirliyor. Bilhassa bizde çağdaş döneme kadar sanat kelimesinin kavramsallaşmaması da gözden kaçırılmamalı. Şunu söylemek istiyorum. Bizde hayatın içinde, sâlih amel bağlamında tecelli ve tezahürün uzantısı olan bir güzellik anlayışı var ve bu sürekli tecrübe edilen, sanat olsun diye yapılmayan, statüsel bir kaygıya dayanmayan ve herkesin şahit olduğu bir güzellik… Modern sanat, yüceliği ve güzelliği, bir bakıma sanatı icad ediyor; oysa bizde sanat, yücelik, güzellik icad edilen bir şey değil seyredilen, idrâk edilen, nazar edilen, müşâhede edilen hayatın içinde olan bir şey…
Fazlıoğlu: Hepimiz kendi birikimimiz açısından bakıyoruz meseleye… Benim okumalarım şunu gösteriyor: Melez kavram diyorlar sanat gibi kavramlara. Elbette sadece sanat değil; pek çok kavram var böyle. Çoklu okumaya çok müsait; teorik sınırları belirsiz ve pratikleri çok olan kavramlara ‘melez kavram’ diyorlar. İşte sanat böyle bir kavram; her şeye sanat diyebiliyorsun. Anlamını genişletebilirsin de daraltabilirsin de… Bu tür uygulamaların hepsine müsait bir kavram. Bunu Mezopotamya’dan, hatta ilk insanın mağara duvarlarına çizdiği resimlerden itibaren de başlatabiliriz. Ancak daha dar anlamda modernizme ilişkin felsefî bir tutum olarak da görülebilir. İşte bu nedenle her hocamız, hiç şüphesiz kavramı kendi zâviyesi açısından işleyecektir. Ben de kendi çalışmalarım çerçevesi içinde sanatı üç kavram etrafında müzakere edebiliriz diye düşünüyorum. Birincisi, özellikle modernitenin hemen akabinde modern bilme tarzının kurumsallaşması neticesinde ortaya çıkan “hakikatin kaybı”. İkincisi, “disenchantment”, “anlamdan arındırma”…
Çitil: İşin büyüsünün bozulması…
Fazlıoğlu: Evet! Varlık’ın büyüden ve Evren’in ara–varlıklardan temizlenmesi. Bu da ortaya bir anlamsızlık çıkartır. Üçüncüsü ise “ferdiyetin ortadan kalkması”... İşte sanatın böyle bir vasatta ve bu tür bir boşluğu doldurmak üzere ortaya çıktığını düşünüyorum. Kastım modernizmin sanat anlayışı; bir de içinde soluklandığımız çağdaş sanat var ki…
Üçer: Heidegger’in sanatı tebcil eden yaklaşımı değil mi hocam? Yani bu ortamda gelişen bir perspektifi yansıtıyor.
Fazlıoğlu: Kısmen. Daha büyük ölçekte Alman idealizmi ve romantizminin bir üretimi. Heidegger bu sürecin bir uzantısı.
Üçer: Teknik Üzerine Konuşma’yı, sanatın kurtarıcı rolüne atıfla bitiriyor.
Çiçek: Ortadan kaldırdıklarını düşündükleri klasik metafizik veya dinin yerine, öteledikleri “öte”nin yani müteâl olanın yerine yeni maneviyat arayışları... Ama bu öyle bir maneviyat ki yine mantıksal, matematiksel. Yani bilim…
Fazlıoğlu: Bu da kısmî olarak doğru. Kanımca en büyük sözcüsü Nietzsche… Hegel’in de rolü var. Klasik “sanat öldü” diyor zaten. Alman idealizmi ve romantizmine göre bu boşluğu üç şey doldurabilir: Felsefe, din ve sanat. Dediklerimin zemininde bulunan ilkeyi biraz teknik bir dille daha açık bir hâle getireyim müsaadenizle… Dış gerçekliğe ilişkin bilgimizin yüklemini fizikal kabul ettiğimizde; yani, “x, y’dir” dediğimizde, “y”yi tamamen fizikal bir uzaya hapsettiğimizde hem içkin hem de aşkın metafizikle bağlantısını koparırız. Nitekim, başta Nietzsche olmak üzere pek çok Alman idealist ve romantik filozofu bu duruma açıkça işaret eder. Bazen de çok muzdarip bir şekilde, bağlantıyı koparırsak o zaman hakikati nerede bulacağız; anlamı nerede yakalayacağız? Çünkü modern bilme tarzı, bizi fizik bir uzaya, kapalı bir sahneye hapsetti. Adeta bize şöyle diyor: Çok aşağı inme, çok da yukarı çıkma. Bu önermenin bir totoloji ürettiğini düşünüyorum. Çünkü konuşulan, bilinen fizik dünya; konuşan da bilen de fizik bir var–olan. Öyleyse soru şu: Konuştuğum, bildiğim, ürettiğim, her neyse, felsefe, bilim, vb. fizik mi? İşte totoloji dediğim tam da bu. O hâlde yüklemi hakikatle, dolayısıyla anlamla nasıl irtibatlandıracağız? Non–fizikal bir yükleme nasıl gideceğiz? Başka bir deyişle, hakikati ile anlamı ve her birinin taşıyıcısı ferdiyeti non–fizikal bir zeminde ya da sahnede nasıl kuracağız? İşte sanatın modern dönemde rolü bu noktada tebarüz ediyor. Bu anlamdaki bir sanatı, tebcil etmeksizin kendimin de ciddiye aldığını eklemek isterim.
Üçer: Nietzscheci bir anlamda değil.
Fazlıoğlu: Doğru! Hem içerik hem de gaye açısından değil ama. Ancak Alman idealistlerini ve romantiklerini bu açıdan incelemek lazım. Çünkü bu edipler ve filozoflar, aslında, kişisel kanaatim, yeni bilme sisteminin muzdaripleri olarak okunabilirler. Yani Goethe’ler, Hölderlin’ler, Rilke’ler, Nietzsche’ler, Heidegger’ler vb… Faust’u hatırlayalım yeter. “Muzdarip” derken “sonuca sevinmiyorlar; çünkü neyi kaybettiklerini çok iyi anlıyorlar ve yerlerine bir şey ikâme etmeye çalışıyorlar” demek istiyorum. Fakat bu durumu aşmak için vahye dayalı, içinde bir nebinin bulunduğu bir tarih ve bir gerçeklik sahnesine de geri dönmüyorlar. İşte bu boşluğu sanatla doldurmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla sanatçı da peygamberin yerine ikâme edilmeye çalışılan deha sahibi bir kişi olarak görülüyor. Eylemin taşıyıcısı olan ferdiyetin ortadan kalkmasını hazmedemeyen bu düşünürler, ferdiyeti, modernitenin temel ilkelerine bağlı kalarak içkin ve aşkın bir ilkeye başvurmaksızın sanat ve özellikle sanatçı üzerinden inşâ ederek yeniden bir hakikat ve anlam kurma faaliyetini gerçekleştirebilir miyiz diye soruyorlar... Belki biraz ağırlaştırdım konuyu ama meseleyi biraz böyle görüyorum açıkçası.
Üçer: Şunu hatırlatmak istiyorum. Bizim bu sayımız dikkat ederseniz teknoloji sayısının ardından geliyor. Bu sayıda teknolojinin sadece bir üretim değil, aynı zamanda “bir düşünme ve yaşama mantığı”na sahip olduğu ve bu mantığın insanı hakikatten ve ona uygun bir yaşamdan kopardığı şeklindeki bir kriz tespitine, modern bazı düşünürler tarafından “Şu hâlde hakikatle bağımızı sanat üzerinden kurabiliriz ve teknolojinin her şeyi araçsallaştıran ilerleyişi karşısında bizi ancak sanat kurtarabilir” şeklinde mukabele edildiğini gördük. Bu tespitte aynı zamanda felsefe ve bilimin sefaletine bir vurgu var. Çünkü Aydınlanma ertesinde ortaya çıkan ideallerin, insanlığı başta iki büyük dünya savaşı olmak üzere birçok felaketle yüz yüze getirdiğine dönük bir kabul içeriyor. Buna göre aydınlanmacı hakikatin bize evrensel bir barış, varlıkla insanî bir bağ ve gerçek özgürlük veremeyeceğiyle ilgili bir itiraf var. Dinin bunları sağlayamayacağına dâir kabul, zaten üç yüz yıl önce, otuz yıl savaşını takiben Westfalya’da ortaya çıkmıştı. Bu yeni kriz durumunda düzeni, varlıkla bağı, özgürlüğü nasıl yeniden kazanacağız sorusu en kapsamlı haliyle yeniden gündeme geliyor. Bu soruya verilen cevaplardan bir kısmı sadece sanatı değil, dini düşünceyi de gündeme getiriyor. Bu söyleşide bahsettiğiniz haliyle “yanlış beklentiler” sanatın haddini aşmasını ve sınırını aşan beklentilerle sanatın sanat olmaktan çıkıp dine, sanatçının da sanatçı olmaktan çıkıp peygambere dönüştürülmesine varıyor. Bunları, teknolojinin ortaya çıkardığı krizler etrafında konuştuk önceki sayıda. Şimdi sanat bahsini esastan müzakere etmek ve sanatsal idrâk ve faaliyetin özüne yaklaşmak istiyoruz.
Fazlıoğlu: Kesinlikle. Ancak bu daha çok kapitalizmin sanata müdahil olması ertesinde ortaya çıkan bir durum ki, bu konuya daha sonra geleceğim. Ancak şimdiye değin işaret ettiklerim, Alman idealizminin ve romantizminin moderniteye bir tür direnişiydi bence. İşte bu nedenle son zamanlarda Alman idealizmini ve romantizmini ciddiye almaya başladım; çünkü aslında bu adamlar, kadîm anlamıyla felsefeyi de kurtarmaya çalışıyorlar. Yani “felsefeyi bilimlerin ürettiklerinin bir yorumu olmaktan çıkarıp kendi başına kâim bir disiplin olması için ne yapabiliriz?” sorusunu dikkate alıyorlar. Kısaca felsefeye bağımsız bir kimlik, bir kişilik kazandırabilir miyiz? Çünkü felsefe, matematiğin felsefesi, fiziğin felsefesi, onun felsefesi, bunun felsefesi, vb. şeklinde dağılmış vaziyette… Tam bu noktada din ve sanatla birlikte felsefeyi farklı bir şekilde konumlandırmaya çalışıyorlar. Başka bir açıdan şöyle ifade edebilirim: Modernite, “insan eşittir bedendir” dedi; yani cisim. İşte “insan, bedeninden fazla bir şeydir” demek işidir sanat, aslında bu dönemde. Mesela mûsıkî; ister klasik Türk ister klasik Batı... Bu mûsıkî, bedenle eşitlenecek dolayısıyla maddeyle cisimleşitirilecek bir şey midir? Bunun zemininde söz konusu o fazlalık yok mu? Dolayısıyla “insan bedenden fazla bir şeydir” iddiası, bu dönemde yeni bir metafizik yapmak için en temel ilkedir kanaatimce. Bu noktayı anlamak için Heidegger’i hatırlamak yeterlidir.
Üçer: Peki Newtoncu matematiksel kesinlik idealini ve ona bağlı düzen arayışını tasavvur etsek... “İnsan aklından öte bir şeydir” cümlesi, romantik için doğadaki…
Fazlıoğlu: Matematik kesinlik Descartesçı bir ideal; Newton’da, Locke’un da şahitliğiyle çok sert değil. Kant’tan sonra bu idealden vazgeçildi zaten. Matematiksel ifade ile matematiksel kesinlik birbirine karıştırılmamalı. Öte yandan Newton, Descartes, vb. kendilerince “muvahhid” adamlar; tabir caizse kendi kültürlerinin “Müslümanları”… Ayrıntılarda ne kadar farkları olursa olsun bir Tanrı’ya inanıyorlar ve kendi metafizik tutumlarını her türlü etkinlikte muhafaza etmeye çalışıyorlar.
Üçer: Ama kesinlik arayışı baki kalıyor hocam Kant’ta da. “Kesinlik için gerçeklikten vazgeçiyor” demiştik.
Fazlıoğlu: Doğru! Ancak Kant’ın matematiği inşâî. Dediğim gibi Kant’tan sonra kesinlik (certainty) arayışı doğrulama (verification) arayışına dönüşüyor. Ayhan hoca belki biraz açar bu konuyu. Özellikle non–euclidean geometrilerin kurulması; rölativite ve kuantum nazariyelerinden sonra…
Çitil: Buna da ulaşılamayacağı zaman içinde anlaşılıyor.
Fazlıoğlu: Doğru! Zaten yanlışlama (falsification) kavramına geçiyorlar. Kant’ın açtığı izlek, bir süre sonra insanları “biz hakikati (truth) bilemeyiz” noktasına getiriyor. Ne yapalım? “Nazariyelerimizin önermeleri ile veriler arasındaki mutabakatı doğrulamaya çalışalım” diyorlar. Akabinde de, basitleştirerek söyleyeyim, mutabakatı yanlışlayacak en az bir örnek üzerinde duruyorlar.
Çiçek: Aslında Rönesans–Aydınlanma sürecindeki metametikselleşme, mekanikleşme ile modern sanatın ortaya çıkışı da birbiriyle ilişkili. Temsili matematikleştirmek onu standartlaştırmak anlamına gelir ki bu da ferdiyeti ortadan kaldırarak herkesi tek tip yapar. Nitekim sürecin temel ilkesi olan perspektif anlayışı insana hatta bilim adamının zihnine ve aklına sanatkârın gözüne indirgenir. Sanatkârın gözü o kadar mutlaklaştırılır ki bir mercek gibi hissizdir mesela. Ama otorite odur. Bakmak ve görmek, onun durduğu yerle irtibatlandırılır. İhsan hocanın sözünü ettiği ferdiyetin ortadan kaldırılması söz konusu perspektifin her alanda dayatılması ile doğru orantılı. Aynı perspektif anlayışı gözetim toplumunu, denetim toplumunu oluşturur. Her türlü yasayı o göz koyar. Oysa dünyanın, doğanın, insanın, eşya ve hadiselerin perspektifle yeniden inşâsı bir gerçeklik değil bir kurmacadır, bir varsayımdır. Bir imgenin dayatılmasıdır. Dünyayı belli bir amaca indirgemektir bu. Belli bir dünya görüşünü, hayat tasavvurunu tüm dünyaya dayatmayı içinde taşır. Tüm varlığa tanrısal bakışın olduğu yerde ferdiyet olmaz zaten. Modern sanat, hem ferdiyeti ortadan kaldırarak hem varlığı anlamdan arındırarak hem de yeni bir maneviyat sunarak imajlar ve yanılsamalarla dolu yeni bir gerçeklik sunuyor.
Türker: Sanatla ilgili birkaç problem var bence. Bu aynı zamanda söylenenleri de problematize eden bir şey olsun, tartışalım. Problemlerden birisi, sanata atfettiğimiz niteliklerin klasik dönemden beri aynı olması. Sanat yapma biçimlerinde değişiklik var ama klasik dönemden, eski dönemden beri sanata atfedilen benzer nitelikler var. Mesela sanatın işi nedir? Temaşadır, ifşâdır, bir bakıma inşâdır, tanıklıktır. Ben bazı şeyleri de yazdım; uyum her şeyde var, aletle zanaatkarda da uyum var mesela.
Fazlıoğlu: Bir tür itidal arayışı…
Türker: Tabi, ritmik uyum, matematiksel uyum, sanatla ilgili bir şey. Bu özellikler değişmiyor aslında. Yedinci yüzyıldan bir sanat eseri de alsak elimize yirminci yüzyıldan bir sanat eseri de alsak tuhaf bir şekilde alanı ne olursa olsun, uygulama alanları değişmekle birlikte benzer özellikler sergiliyor. Bunu bir tarafa koyalım. Yani bu sanattaki süreklilik ile kopuş nerede ortaya çıktı onu anlamak bakımından söylüyorum. İkincisi, sanatın felsefenin hakikat arayışını ikame ettiğini, en azından böyle bir arzuyla meşbû‘ olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bir sorun var burada. O sorun da şu: Modern sanatın büyük ustalarının bir kısmı filozofların sanattaki versiyonları. Yani şunu demek istiyorum; şimdi biz çok iyi bir Freudyen film, Freudyen resim, Freudyen başka bir şey bulabiliriz. Yani sanat, ikame ettiğini düşündüğümüz şeyi ikame mi ediyor yoksa bir uygulamasını mı veriyor? Bunu da tartışmak gerekiyor. İbrahim hocanın Heidegger hakkında söylediği doğru. Yani Heidegger, hakikaten sanatı ve sanatçıyı bir bakıma tebcil ediyor. Sanki sanatçılar yeni dönemin peygamberleri gibi görülmek isteniyor değil mi?
Çiçek: Yeni bir metafizik olarak görenler de var. Hatta sanat, ehlileştirme, medenîleştirme, aklîleştirme aracı olarak düşünülüyor ki sanatkârlara deha denilmesi peygamber gibi görülmeleri biraz da bununla ilgili. Hatta biraz daha ileri gideyim, modern sanat, sanatkârı peygamberin de ötesinde bir yaratıcı olarak Tanrı’nın yerine koyar. Bundan dolayı sanatın dogmatik bir yanı da var. Bilhassa modern dönem sanatkârı, dünyayı kendinin güzelleştirdiğine inanır. Doğa ona göre ilkel ve barbar iken sanatçının eseri adı üstünde sanat eseridir. Doğayı da ancak sanatkâr güzelleştirir… Doğaya anlam kattığını düşünür. Bir bakıma yaratıcı olarak doğayı yeniden yaratır… Meşhur sanat tarihçisi Vasari, 16. yüzyılda, Tanrı’nın yaratımını sanatkârın yaratımına benzetir mesela. Sanatkârın yaratımını Tanrı’nın yaratımına benzetmez…
Fazlıoğlu: Bunu açıkça söylüyorlar zaten…
Türker: Sanat bu işlevlerini devam ettirebildi mi? Yeni dönemin peygamberleri bir tane değil. Bu yeni dönem, Benî İsrail dönemi; Benî İsrail’in bir sürü peygamberi var. Yani psikologlar, bilim adamları, sanatçıların bir kısmı peygamber gibi davranıyor. Kısacası bunlar, ilgilendikleri konuda şeriat vazeden zümreler. Bu şeriatın değişken olmasının bir önemi yok; bunlar yasa vazediyor çok ilginç bir şekilde. Bizim gerçekliğimiz söz konusu olduğunda bunu eski dünyada bir peygamber ve ona itibaren fukaha yapıyordu. Hıristiyan dünyada, kilise yapıyordu... Şimdi bu fonksiyonu sanatkârlar kısmen devraldılar ama onlarla birlikte başka zümreler de var; hem de onlardan daha güçlü zümreler. Akademyanın sanattan daha güçlü olduğunu söylemeliyiz; Akademya daha güçlü… Modern dönem için, bir şeyin “bilimsel” olduğunu söylemek, onun “bir sanat eseri” olduğunu söylemekten daha güçlü bir ifade. Buradan şuna varmak istiyorum; eğer modern dönemde bir kopuş varsa, öncelikle sanatın neyi ikame ettiği ve bunu kiminle paylaştığı meselesini netleştirmek gerekiyor. İkinci olarak sanatın klasik dönemden farkını yaptığı büyük işlerde mi, biçimsel farklılıklarda mı, yoksa uygulama alanlarında mı bulacağız? Bence sanatı, bu noktalardan hareketle değerlendirmek gerekiyor.
Fazlıoğlu: Hegel, “Yunan sanatı da Orta Çağ sanatı da ölmüştür; kendi tarihî bağlamları içinde bir anlam ifade etseler bile” diyor. Burada, Tahsin hocanın “vaz’î” kavramını dikkate alırsak, modern sanatın, tıpkı doğa bilimlerinin pozitif bilimlere dönüşmesi gibi, vaz’î sanata dönüştüğü söylenebilir. Klasik gelenekte sanat, bir tür doğayı muhâkat ederek...
Görgün: Taklit ederek…
Fazlıoğlu: “Taklid” dediklerimi tam olarak karşılamıyor. Çünkü kastedilen şeklî bir tekrar değil; bir anlatı içinde sunum. Muhakât, bir hikâye, bir anlatı içinde taklit demek. Bir resim bile bize bir hikâye verir. Artık bu muhâkattan vazgeçiliyor. Hegel diyor ki “Sanatın doğayı taklit etmesi primitif bir şey artık. Dolayısıyla sanatı da vaz’î olana dönüştürmemiz lazım. Yani doğadan koptuğu kadar sanat, sanattır aslında.” Bu cümlenin önemli olduğunu düşünüyorum.
Türker: Tam benim söylediğimi destekliyor bu.
Fazlıoğlu: Onun için söylüyorum zaten.
Görgün: Biraz önce benim kullandığım bir terim vardı “nusret”, tam da buna denk düşüyor.
Fazlıoğlu: Dolayısıyla çelişik bir durum var burada. Vaz’î olanı öne çıkarıyor; diğer taraftan da mesela ötesi ve berisi olmayan insanın ölümle olan irtibatını anlamlandırmak üzere sanatı devreye sokuyor.
Çiçek: Aslında klasik dönemde sanat dediğimiz şey dinin ve ahlâkın konusu. Bu sadece İslam düşüncesi açısından değil Batı düşüncesi açısından da böyle. Modern dönemde sanatın estetizasyon süreci söz konusu. Metafizik, felsefe nasıl bilimleşiyorsa sanat da bilimleşiyor. Yani sanat artık estetiğin konusu haline geliyor. Bir başka deyişle klasik sanatın bir biçimde öte ile irtibatı var. Her şeye rağmen Allah’ın, Tanrı’nın muradı söz konusu. Modern dönemde ise artık merkezdeki insan… Ama nasıl insan? Deha, yaratıcı insan. Aristokrasiye karşı oluşan Burjuvazi… Tanrı’nın sıfatlarını kendi uhdesine almış yeni bir sınıf… Sanat da bir anlamda onun beğenisi… Modern sanat sırf Tanrı’yı kovma üzerine değil insanı da kovma üzerine oturuyor bir bakıma… Dolayısıyla modern sanat hem İhsan hocanın hem de Ömer hocanın belirttiği gibi yeni bir hadise… Hatta yeni bir sahne değil mi Ayhan hocam…
Çitil: İhsan hocam bu melez kavramı ifadesini kullandı, farklı yorumlara açık. Ben bunu en son geldiği noktayla da irtibatlandırarak açmak istiyorum. Tahsin hocam da “öncesi, benzeri olmayan” vurgusunu yaptı. Bence o da çok önemli. Alman romantizmi de gündeme geldi. Bence hepsi irtibatlılar. Çünkü aslında Alman romantizminin ortaya çıktığı dönem, tam da söylediğiniz gibi Aydınlanmanın o ana kadar hâkim değerleri, düzeni eleştirdiği, yıktığı bir dönem ve biz yeni bir bütün kurmaya çalışıyoruz. İnsan ya da insanlık, kendisini yeni bir bütüne ait kılarak güvende hissetmek istiyor. Anlıyoruz ki bu pür bir rasyonaliteyle başarılabilecek bir iş değil. Alman romantizminin kökenindeki görüşleri hepiniz hatırlıyorsunuz. Dilin farklı yorumlanmasıyla başlıyor. Diyorlar ki “Dil sadece olguları ifade eden rasyonel kupkuru bir şey değildir. İnsanın kendisini dışa vurduğu ve hakikatin ifşâ edildiği bir mekândır. Üstüne üstlük bir millet o dilin kullanımı esasında şekillenir.” Yani türküleriyle, şarkılarıyla, atasözleriyle varlık kazanır. Alman romantizmi bu şekilde işe başlıyor. “Çelişkiden korkmamamız gerekir” gibi bir mottoları da var. Bu bakış açısı Fichte’de var, sonra Hegel’de de ortaya çıkıyor vesaire… Isaiah Berlin der ki “Alman romantizmi; Fransız devrimi ve sanayi devrimi kadar önemli bir devrimdir.” Bunun sebebi Alman romantizmi, dolayısıyla ulus ya da millet fikrinin kurulması aslında. Bu açıdan bakarsak bir yanıyla sanat, bizi o dönem açısından yeni olan, öncesi ve benzeri olmayan bir şeyle karşı karşıya getirerek ulusu ya da milleti kuruyor. Fakat bunun sonuçlarının ne ölçüde iyi olduğu tartışmalı. Yani insanlık, bir kurtuluş umarken, bugün geldiğimiz nokta tam da arzu ettiğimiz gibi bir nokta değil. Sanat, bu sefer Kant’ın etkisiyle ve Kant’ın aşılmasıyla da ortaya çıkan kavramsal sanat perspektifiyle farklı bir yoldan giderek bambaşka bir işlev yüklenmeye başlıyor. Yine öncesi ve benzeri olmayan bir şeyle insanları karşı karşıya bırakmak ama bu sefer sarsmak, hakikatin çirkin ve iğrenç yüzünü ortaya koymak gibi işlevleri de yüklenerek daha eleştirel ve siyasî bir rol üstlenmeye başlıyor.
Çiçek: Sanat nesnesi, Baumgarten ve Kant sonrası sırf insan ve onun duyuları ile algılanıyor. Yaratıcılık insana hamlediliyor.
Fazlıoğlu: Nietzsche bunu vurgular: Hakikat çirkindir; bize ona tahammül imkânı veren sanattır.
Çitil: Aynı sanat, edebiyat, şiir ve şarkılar üzerinden milleti teşkil etmek için kullanıldığı gibi o düzenin eleştirisi ve aşılmasıyla ilgili bir araca da dönüşüyor. Aynı sanat, her ikisini de yapmaya ve bir çelişkiyi ortaya çıkarmaya çalışıyor. Burada şunu da görmek lazım; bugün, özellikle bu tartışmaların ötesine geçilmiş vaziyette. Akademi ne kadar güçlü olursa olsun, bugün herkese hitap eden bir şey yapmak istiyorsan filmler, diziler çekiyorsun. Yani resim yapıp şarkı besteleyip yola devam etmek bile sınırlı; şarkı yapıyorsun ama o yetmiyor, onun klibini çekiyorsun. Daha görsel mecraları kullanıyorsun. Ne yapıyorsun aslında? İnsanları neye alıştırmak istiyorsan, sanatı bunun aracısı olarak kullanıyorsun. Dünya kurma meselesi aynen devam ediyor ama bu dünya bizim olumlayabileceğimiz, içinde rahat edebileceğimiz bir dünya olmayabiliyor. Bugün Netflix diye bir olay var, Netflix, son derece siyasî bir araç. Öyle dizileri ve filmleri yapıyor ve platformunda sergiliyor ki bizi belli birtakım fikirlere, yaşam biçimlerine, cinsel kimlik ve yönelim anlayışlarına alıştırmaya çalışıyor. Yani sanatın böyle bir siyasî bir araç olma tarafı da var. Dolayısıyla biz bu tip bir sanatla ne yapacağız? Dünya kuruyor, bizi yeni bir şeylerle karşılaştırıyor ama bizim hakikate sadık kalmaya çalışan insanların karşısına çok büyük riskler çıkarıyor.
Türker: Bu sanatın kendisiyle mi yoksa sanata yön veren felsefî tasavvurla mı ilgili bir şey?
Çitil: Felsefenin de ötesinde siyasî bir tasavvurla ilgili demek istiyorum.
Türker: Sanatın işlevleri aslında eski dönemden beridir çok benzeşiyor. Mesela klasik dönemde sanat adını verdiğimiz şeyler, aynı işlevleri yapıyorlar. Aslında şiirler, eleştiri, medya, haber ulaştırma, bir insanı ya da bir düşünceyi yahut bir öğretiyi tebcil etme, benimsetme işlevi yapıyorlar. Bu sadece şiirler için geçerli değil; yarı sanatkârane inşâ formları için de geçerli. Bir kimse akademik bir metni bile yaygınlaştırmak istiyorsa onu ritmik bir düzende, şiirsel bir formda kalem alıyor. Biliyorsunuz klasik sanatların kendi içlerinde ayrımları var. Mesela hiciv, taşlama, na‘t, mersiye gibi türleri düşünün. Hatırlarsınız Hz. Peygamber dönemindeki şiirle ilgili de en önemli vurgulardan birisi budur. Şairler o kadar kilit noktada ki orada pek çok işlevi yerine getiriyorlar. Burada sorulması gereken soru şu; sanat dediğimiz şey, istiklalinden bahsedebilmek için kendinden menkul bir şey mi taşıyor yoksa sanatta zevk edilen bir şey var da biz onun sadece formel değişimlerini mi takip ediyoruz?
Çitil: İki şey söyleyeceğim burada, bir tanesini geçen bir konuşmamızda da söylemeye çalışmıştım. Millet bu Platon’un devletinden şairleri, sanatçıları kovma hikayesini biraz yanlış anlıyor. Platon kalkıp orada Nazım Hikmet’i ya da Necip Fazıl’ı kovmaya çalışmıyor şair olarak. Kimi kovmaya çalışıyor? Atina’nın meydanında akşam saati bir taşın üstüne çıkıp milleti etrafında toplayıp kahramanların çektiği acıları, Tanrıların kız kaçırma hikayelerini anlatan veya gelecekten haber vermeye çalışan şairleri kastediyor. Niye onlara karşı? Hakikati tahrif ediyorlar, bütünün farkında değiller, insanların arzularına, coşkularına hitap ediyorlar ve onları başka bir şeye alıştırmaya çalışıyorlar.
Fazlıoğlu: İnsanı beşerîleştiriyorlar.
Çiçek: Mekanize etme ile estetize etme arasında da bir süreklilik ilişkisi var. İnsanı beşerîleştirme süreci biraz da bu mekanizma ile ilgili.
Çitil: Bugün Platon, Sokrates gelse ve bir devlet kurmaya çalışsa devletinden kimi kovmaya çalışır? Dizi senaristlerini kovmaya çalışır, “şairler” dediği onlar aslında.
Fazlıoğlu: Kesinlikle katılıyorum…
Çitil: “Buna gerçek sanat diyecek miyiz?” ayrı bir konu… Söylemek istediğim şey bu. Yani asıl sanat eğer hakikatin bütününün farkındalığı içerisinde bizi o mükemmel, kâmil, mutlak olanla karşı karşıya bırakarak hakikatle irtibatımızı kurma konusunda araç olabilen bir şeyse o zaman bunların yaptığı zaten sanat olmuyor ya da onun çok düşük bir biçimi oluyor. Ama “zaten biz hakikate ulaşamayız ya da bir kendindelik yok” gibi eleştiriler böyle bir sanatın çok daha fazla ön plana çıkmasına yol açıyor. Yani “sanat budur” da dememek lazım. Ama “sanat bu düzeye inip bu şekilde kullanılıyor” demek lazım.
Çiçek: Sanatın modern süreçte kurgu ve icad edilmiş bir şey olduğunu yine Batılılar dillendiriyorlar. Nitekim bizim kastettiğimiz anlamda sanatı zanaata indirgeyerek antropolojinin konusu yapıyorlar yani fosilleştiriyorlar. Baudrillard sanat komplosundan söz eder mesela. Kapitalizmin ve tüketim kültürünün uzantısı olarak görür. Tabiri caizse biz sanatı bir seyrusülûk olarak görürken modern sanat onu zihinsel bir şeye ve insanın imkânlarına indirgiyor. Buna sanat diyeceksiniz ve sanat bu diye de bize ve tüm dünyaya dayatıyor.
Üçer: Sanatsal idrâk ve faaliyet bahsini insanî melekelerle ilişkilendirerek de anlamamız gerekiyor. İnsanın her şeyden önce nazarî, teorik, bir melekesi var. Nazarî meleke, insanın kendi iradesi dışında şekillenen gerçeklik alanına dâir idrâk faaliyetine karşılık geliyor. Fikrî, phronetik, bir melekesi var; bu, insan iradesine bağlı bir biçimde ortaya çıkan durumlar hakkında teorik bir faaliyet. Amelî, pratik, bir melekesi var; bu nazarî ve fikrî olana uygun eylemde bulunma çabası. Sınâî, poietik bir faaliyeti var. Bu da iyinin, doğrunun, güzelin, faydalının ne olduğuyla ilgili nazarî ve neyin iyi, doğru, güzel, faydalı olduğuyla ilgili fikrî idrâke uygun amelde bulunmanın en elverişli yollarını keşfetme ve bu yollar üzerinden, aletler vasıtasıyla bir üretim yapma çabasına karşılık geliyor. Sanat kelimesi, sa–na–’a kökünden türüyor ve esas itibarıyla poiesis, yani yapma ve üretme anlamındaki Yunanca kelimeyle aynı semantiğe sahip. Modern İngilizcede de “art”, “artizan” da bir şey yapma, ortaya çıkarma mânâsına geliyor.
Görgün: Almanca “kunst” “können”den geliyor. Aynı anlamda.
Üçer: Sınâa’nın yanında, bedî‘ aynı anlama daha etkili bir biçimde işaret ediyor: Eşsiz bir şekilde yapma.
Fazlıoğlu: Bedîiyyât diyorlar daha çok.
Üçer: Evet. Şimdi burada sözcük aynı. Poiesis, sanat, ars, art, kunst hep aynı anlama işaret ediyor. Sözcüklerin semantik süreklilik ve dönüşümlerini anlamak için, onların anlam ve gerçeklikle ilişkilerine bakmak gerekir. Bizim bu tür sözcüklerle imtihanımız şu: Bazen sözcük aynı kaldığı hâlde, onun anlamı ve işaret ettiği gerçeklik değişebilir. Bazen de sözcük değişir ama anlam ve işaret ettiği gerçeklik aynı kalır. Sanat söz konusu olduğunda aynı sözcüğün kendini koruduğunu, ama zaman içinde o sözcüğün anlamlarının ve işaret ettiği gerçekliklerin değiştiğini görüyoruz. Yani sanat, hep aynı sanat; sanatçı da hep aynı sanatçı değil, sahip oldukları iç sürekliliklere rağmen. Burada şuna bakmamız lazım sanki her birinde sanat sözcüğü korunsa ve o ilksel anlamıyla; nazarî, fikrî, amelî–ahlâkî melekelerle ilişkili bir şekilde neyin güzel olduğunu idrâk etme ve güzel bir şekilde yapma anlamına atıfta bulunuyor görünse bile, sözcük zaman içerisinde anlamını kaybedip yeni anlamlar ve gerçeklikler kazanıyor. Şimdi biz sanat kelimesinin aslî anlamını ve onun ilişkili olduğu sahih gerçeklik evrenini keşfetmek için konuşuyoruz.
Çiçek: Modern dönemdeki felsefe, metafizik de aynı. Yani o da klasik dönemdeki anlamı ve fonksiyonuyla örtüşmüyor. Modern sanat, icad edilmiş bir şey diyor bazı Batılı sanat tarihçileri. Hatta senin dediğini ileri bir noktaya götürürsek Leonardo da Vinci’nin, Michelangelo’nun kastettiği anlamdaki sanat da bugünküyle örtüşmez. Nitekim Aydınlanma süreci yüksek sanatlar, güzel sanatlar diyor…
Türker: Burada bir şey söyleyim siz derinleştirin lütfen. Klasik dönem sanatkarları arasında temsil gücü yüksek şahsiyetleri diyorlar ki “Hakikatin bir seviyesi var. Bu seviye nazarda kavranabilir, ifade edilebilir bir şey değil yani kendini istidlalde açan bir şey değil. Bu seviye ancak sanatta kavranıp dile getirilebilir”. Hatta hatırlayın, özellikle sûfi tecrübelerle ilgili yapılan tartışmalardan birisi budur. Soru şu; sûfi tecrübeyi anlatmak için en etkin yol nedir? Nazariyat mı edebiyat mı?
Fazlıoğlu: Edebiyat, şiir hatta...
Türker: Ben nazariyat olduğunu düşünüyorum, İhsan hoca edebiyat olduğunu düşünüyor. Sanatla ilgili temel iddia bu. Bir alanın kendine özgü ifşâ ve bilgi alanında olması çok önemli.
Üçer: Sanatçıya mahsus idrâk biçimi nedir?
Fazlıoğlu: “Keşfî idrâk” diye bir şey var bizde; onu da bir idrâk biçimi olarak görebilirsin ama istidlâlî değil.
Üçer: Burada diyelim ki sanatçıya mahsus idrâk biçimi nerede ortaya çıkar? Sanatçıyı peygamberden, filozoftan, vaizden, ahlâkçıdan, bilim insanından ayırt eden nedir? Her şeyden önce sanatsal idrâk, tahayyülle, yani phantasia ile yakından ilişkili. Tahayyül, duyusal idrâk ile aklî idrâk arasında bir vasıta konumunda yer alıyor. Akıp gitmekte olan değişenler evreni ile değişmeyen sâbitler evreni arasında bir vasıta... Filozof değişmeyenle ilgili. Sanatkârın idrâki değişmeyenin değişendeki tezahürlerini arıyor, değişenleri değişmeyene nispetle kavramayı istiyor. Filozof güzel ideasını seyredebilir, ama sanatkâr onu şu açan çiçekte, dalgalı denizde, şu sözde, bu fiilde görür ve gösterir. Yani soyutu, somut olanda keşfeder ve onun üzerinden binbir şekille bize söyler ve gösterir. Şimdi burada duralım; romantikler bunu hesaba katıyorlar ve diyorlar ki doğada…
Fazlıoğlu: Nietzsche’nin en büyük eleştirisi Platon’dan itibaren ortaya çıkan bu dikotomilerin reddi üzerine.
Üçer: Hamann’a bakalım, Romantiklerin öncüsü kabul ediliyor...
Çitil: Onun da dille ilgili yazdıkları var. Az önce adını anmadan ona referans vermiş oldum ben.
Üçer: Kant’ın muhalifi bir yandan da romantikler. Aydınlanmacı, Newtoncu keskin hatlara ve sınırlara, “her şeyi matematiksel bir kesinlik ve keskinlik içinde ölçüp biçip yerine koyarız”a muhalifler. W. Blake’in Newton resmini hatırlayın, elinde pergel ve cetvelle gerçekliğe ölçülüp biçilebilen sınırlar koyan... Akıl ve irade, gerçekliğin akışını hesaplamak, sınırlamak ve belli biçimlerle kontrol ve yeniden inşâ etmek istiyor. Romantik ise doğada, irademizin dışında bir akış olduğunu ve bizim o akışı kalıplara yerleştirip donduran nazarî idrâki bir kenara bırakıp, sanatsal bir tahayyül ile o akışa gömülmemiz ve ona dahil olarak gerçeklikle aynı akışı yaşamamız gerektiğini düşünüyorlar. Romantik sanatsal idrâk gerçekliği, gerçekliğin yabanıl akışıyla özdeşleşmek suretiyle keşfedip dile getirmeyi önceliyor. Romantik müziği hatırlayalım, Wagner’i mesela…
Fazlıoğlu: Şöyle bir yanlışa düşmeyelim: Romantizm modernitenin temel ilkelerine muhalif değil. Yani içkin ya da aşkın bir metafiziği, özselliği, “ontological causality”i, vb. kabul etmiyor.
Çitil: Ümmet fikri gitmiş, ondan sonra yeni bir şey çıkarmaya çalışıyorlar.
Fazlıoğlu: Şöyle düşünüyorlar: Tarihî süreç bizi bir duruma ulaştırdı; artık verili bir durum bu. Soru şu: Bu durum içinde hakikatle irtibatımızı nasıl kuracağız? Modernitenin kaba pozitivist tarafının “hakikatle irtibatımız yok, olmaz da” iddiasını kabul etmiyorlar. Başka bir deyişle; “Sadece fizikal olanla, fenomenal olanla yetinelim” görüşüne karşılar. Diyorlar ki, içkin ve aşkın metafiziğe düşmeden, gerçekliğin fenomenal olmayan bir yönü olabilir ve biz bu yöne ancak sanatla erişim elde edebiliriz.
Üçer: Bu sanat anlayışı önce tarihte ve doğada müdahalemizden bağımsız kendiliğinden bir akış olduğunu takdir ediyor. Sonra bu akışın bizi hangi gelecek ufkuna taşıyacağını hesap etmeden ona dahil olma çabasını hakikate eriştirecek yol olarak gündeme getiriyor. Ne dersiniz?
Fazlıoğlu: “–gibi”; bir tarafıyla doğru.
Görgün: Orada zaten irade kavramı devreye giriyor.
Fazlıoğlu: Tahsin hocanın terimiyle söylersem, “ikisi de vaz’î”. Bu nokta önemli.
Görgün: Akışa kapıldığında orda zaten panteist bir yöneliş var.
Üçer: İradede de böyle bir şey var.
Görgün: Hayır, iradenle oluşun ne yönde olacağını sen belirliyorsun.
Üçer: Evet çünkü özdeşleşiyorsun, ittihad var orada. İrade tarihin ve doğanın içkin akışıyla özdeşleşerek hakikatin kendisi haline geliyor... Kendindeliği böyle bir özdeşleşmeyle elde ettiği umuduna kapılıyor.
Görgün: Panteist bir içkin metafizik olmadan ne romantizmi ne de modern sanatla alakalı anlatıları ve söylemleri anlayabiliriz...
Üçer: Hayatî bir noktaya dikkat çektiniz hocam. Romantizm üzerinden anlatmak istediğim şey bu tam olarak. Sanatla ilgili modern dönemde kurulacak tüm cümlelelerin ve sanatkârın rolü ve değeriyle ilgili her türden anlayışın, sanatın bu yolla varlığa erişme iddiasında olduğunu ve sanatkârın başka hiçbir entelektüel figür tarafından başarılması mümkün görülmeyen bu misyonun temsilcisi olduğunu hesaba katması gerekir. Fakat Attâr’a, Nâbî’ye, Fuzûlî’ye, Mimar Sinan’a, Mustafa Râkım’a bakalım... İhsan hocam, siz Fuzûlî Ne Demek İstedi? başlıklı bir kitap yazdınız. Ne yaptınız orada? “Aşk imiş her ne var âlemde” ifadesini derinden kavramak üzere, Fuzûlî’nin nazariyatına gidip aşkın ne olduğuna yeniden baktınız. Çünkü Fuzûlî hayal gücünü varlığın somut akışına bırakıp, bu akışın, tahayyülünde aldığı sonsuz biçimleri aktarmıyor; onun için sanat bu değil. Bu haliyle sanatsal ifade, daha çok psikolojik bir dışavuruma da dönüşebiliyor. Fuzûlî, Leyla ve Mecnûn’a bakıyor; Kays kabilesinden iki aşık. Fakat bu aşıklara baktığı bir göz var. İnsanına aslî sorularına büyük cevaplar olarak kendisini gösteren kurucu ilkelerin ve küllî hakikatin bize sunduğu şeyi, bu fâni aşıklar sahnesinde kavramaya ve o hakikati yine biz fânilere bu tikel sahne üzerinden yepyeni bir yolla göstermeye çalışıyor. Yani sanatsal idrâk küllî hakikati tahayyülün gücünü kullanarak hayatın sonsuz çeşitlilikteki somut cephesinde keşfetme ve onu ifadeye dökme çabasını ifade ediyor. Bu cephesiyle sanatkâr, filozofa değil, gönlü yarda eli kârda olan, bir gözüyle ezelî diğer gözüyle fâni olana bakan, çokta biri, birde çoku seyreden dervişe benziyor daha çok.
Fazlıoğlu: Yani “sanat ilimle değil marifetle uğraşıyor” diyorsun.
Üçer: Evet, bir cihetiyle.
Türker: Peki şimdi ne yapıyor?
Üçer: Modern sanatın gönlünden yâr, gözünden ezelî olan silindi; elini kaptırdığı kâra gönlünü de kaptırınca ortaya çıkan infialler sanatsal idrâkin türlü biçimleri olarak arz u endam ediyor. Esasen teknolojinin bizi getirip bıraktığı krizden çıkarmasını umduğumuz modern sanat, teknolojinin krize neden olan zaafından eksiksiz bir pay alıyor. Techne neyi kaybetmişti? Esasen hakikî anlamıyla logosu. Nazarî, fikrî ve ahlâkî idrâkten bağımsızlaşarak kendi logosunu, yani kapitalizmle el ele vererek en verimli şekilde en kârlı sonuca ulaştırma mantığını mutlaklaştırmış ve önüne çıkan her şeyi kaynağa ve araca dönüştürerek ilerlemeyi amaç telakki etmişti. Bu kaotik, ama yaratıcı akışın sebebi, insanî “yapış” eylemini nazarî ve fikrî erdemlerden koparmasıydı. Aynı zaafı sanat da teknolojiyle paylaştığı ölçüde, bizi varlığa yaklaştırmak yerine, varlığı bize yaklaştırıp, onu psikolojimizde biçimlendirdiğimiz bir hamura çevirir. Hamura verdiği şekilleri, ne yönlendirir peki? Bu soru, sanatın söylem, ideoloji ve kapitalist kültürle ilişkisi açısından hayatî bir önem taşıyor. Yoz ve yozlaştırıcı sanatın özünü de bu ilişkinin ele vereceğini düşünüyorum.
Görgün: İbrahim hocam işte buradaki temel mesele yani yine o içkin metafizik perspektifinden baktığımız vakit Geist’in —Hegel’in ifadesiyle— yeni hali teknoloji olarak tahakkuk ediyor.
Fazlıoğlu: Yalnız burada bir tashih yapmama müsaade ediniz: Bu panteist–içkin–metafizik kesinlikle mekân–zaman kaydından azade bir içkinlik değil; tersine maddeye gömülü bir içkinlik. Ya da madde onun bir işlevi.
Üçer: Kesinlikle hocam. Bugünkü sanat anlayışımız romantik sanat anlayışının bir uzantısı olarak görülmeli. Hele Kant ertesinde aldığı biçim, Kant’ın sınırlarını çizdiği haliyle zaman–mekânsal idrâke gömülü. Onun maddeye erişebilmesi bile bir aşma olarak görülebilir. Diğer taraftan bu içkinci anlayış, zorunluluğu aşkın bir iradeyle değil tarihin, insan iradesinin, doğanın, teknolojinin gidişatıyla irtibatlandırıyor ve bu gidişatın kendi içerisinde metafizik bir zorunluluk taşıdığını düşünüyor. Sanat, bu gidişatın içine girip onunla özdeşleşerek gidişattaki zorunluluğu derinden kavrama ve onun gelecekteki yönünü gösterme işlevi ifa ediyor. Sanatçının geleceği gören kâhin muamelesi görmesi, bu anlayışla yakından ilişkili.
Görgün: Dedim ya irade kısmı çok önemli; irade ile birlikte aslında geleceği de belirliyor.
Fazlıoğlu: Ama bu bir ihtiyar değil; bir irade, arzu.
Görgün: Tabi bir irade. Biraz önce İhsan hocanın bahsettiği Hegel’in ifadesiyle “Kadim, daha önceki dönemlerdeki sanat artık bugün anlamlı değil” derken önceki dönemlerde sanat veya sanatkâr ne yapıyor? Geçmişe bakıyor onun benzerini yapmaya çalışıyor. Tabiata bakıyor, benzerini yapmaya çalışıyor. Şimdi Hegel sonrasındaki sanat, geçmişe bakıp onun benzerini yapmak değil.
Üçer: Mimesis, yani taklit değil.
Çiçek: Yarattığını düşünüyor. Yaratıcılık el değiştiriyor… Aşkın ve içkin olanı artık ben tayin ediyorum diyor.
Görgün: Geleceği şekillendiriyor.
Üçer: Onu ne yolla yapıyor? Tinle, yani şimdiye içkin ruhla özdeşleşmek suretiyle.
Görgün: Özdeşleşip yol açıyor.
Üçer: Hocam Netflix’teki anti–ütopik diziler ne yapıyor? Netflix sende olmayan bir şeyi sana göstermiyor ki.
Türker: Bana bir şeyin cevabını verin. Tüm alanlardan kurtulduğumuzda sanattan ne anlamı çıkar?
Fazlıoğlu: Ayhan hocanın işaret ettiği noktayı biraz daha açmamız gerekiyor.
Üçer: Ömer hocam, şayet sahih sanattan söz ediyorsan şöyle diyebiliriz: Küllî hakikatin tahayyül üzerinden tikeller nezdinde keşfi ve bu keşfin güzeli gözeten ve gösteren bir ifadesi...
Fazlıoğlu: İbrahim hoca “rahmetli”den bahsediyor.
Üçer: Rahmetliden bahsediyorum evet. (Gülüşmeler) Fakat bu rahmetli, dilsel bir fosil değil. Kavramın anlamı şu an askıda, yani gerçekliğe yeniden taşınma gücüne sahip. Çünkü bu anlam geleneğin kurucu ilkeleriyle özsel bir bağ barındırıyor. Şayet böyle bir bağı olmasaydı, tam anlamıyla rahmetli olur ve anlamı düşerdi. Sanat kavramının semantik bir restorasyona, yani tahkike tabi tutulması ve bu anlamın gerçeklikte karşılığı yoksa, kendi gerçekliğimizin bu sahih anlamla irtibatlı bir şekilde gözden geçirilmesi gerekiyor.
Fazlıoğlu: Modernite ile çağdaşı da birbirinden ayırmak gerekiyor. Modern sanat, daha çok modern bilme tarzına karşı geliştirilmiş, modernitenin temel ilkeleriyle uyumlu, ama, Schelling’in ifadesiyle “mutlağın hikâyesi” olmaya çalışan bir arayış. Çağdaş sanat bunu da dönüştürüyor. Ayhan hoca aslında bizi bu noktaya çekmeye çalıştı ancak biraz uzaklaştık. Yani, içinde yaşadığımız çağdaş sanatı da az da olsa, konuşmamız lazım. Modern sanat üzerine epey konuştuk; kadim üzerine hem Tahsin hoca hem de İbrahim hoca atıflarda bulundular. Ben şöyle bir giriş yapmak isterim: Çağdaş sanatın zemini de Alman idealizmi ve romantizminde bulunabilir. Özellikle Nietzsche’nin “üst–insan” kavramı, tamamen beşerîleştirilerek ve bir “gelişmiş hayvana” dönüştürülerek çağdaş sanatın zeminine konmuştur. Kanımca, transhümanizm, posthümanizm, vb. kavramların insanı daha üst bir aşamaya taşıma iddiası, beşeriliği geliştirmekle ilgilidir. İşte Ayhan hocanın da işaret ettiği gibi, çağdaş sanat tamamen insanın bu beşerîliği üzerine kurulan bir şey.
Türker: Çağdaş sanat, izale etme aşamasını geçti; siz eski sanatı, modernin klasiğini konuşuyorsunuz. Çağdaş sanat, anlamın kaybını tasdik üzerine kurulu.
Fazlıoğlu: Ben de onu diyorum işte. Çağdaş sanat, artık ilkece ne hakikati ne anlamı göz önünde bulundurur; hatta ne de ferdiyeti. Bunlardan tamamen arındırılmış, arzu nesnelerine râm olmuş, gelişmiş–çiftlik–hayvanı denebilecek saf beşerî olanın arzularını merkeze alır.
Türker: İrade burada tamamen meyil ve arzuya dönüşmüş durumda.
Fazlıoğlu: Evet! Bizim biraz da bu tür bir sanatla ne yapacağımızı konuşmamız gerekiyor.
Çitil: Şu an karşı karşıyayız, bu çok güçlü bir şey. Aslında kimin oyunda kalacağına karar vermeye çalışan ve ona güzelleme yapan bir sanatla karşı karşıyayız.
Fazlıoğlu: Nietzsche “Hakikat acıdır; bu acı–hakikattin bizi öldürmesinden kurtulmak için sanatı icat ettik.” der. Bir benzetmeyle biz de diyoruz ki, insanlığı öldürmemesi için —tüm olumlu istisnalarına karşın— bu çağdaş sanattan nasıl kurtulacağız? Bu hâl önünde durulabilir bir şey değil.
Türker: Ayhan hocanın işaret ettiği şey sanatın bir yönüyle ilgili; sanat siyaset ya da başka ideolojiler için araç olarak kullanılıyor. Bunun da en yaygın versiyonu görsel sanatlar.
Çitil: Şu anda performatif sanatlar görsel sanatlarla bir araya geldi ve çok güçlendi.
Türker: İkisi birleşince oluyor.
Fazlıoğlu: Ayhan hoca işaret etti. Ben de bunu uzun yıllardır düşünüyorum. Özellikle Türkiye vb. ülkelerde görülen bir şey. Mesela, Türk milleti için yirmi beş yıl sonra nasıl bir bireysel ve toplumsal kimlik hedefliyorlar? İşte bireyleri ve toplumları buna sanatla hazırlıyorlar. Özellikle moda, resim, sinema, bahusus diziler… Ancak, 2000’lerden sonra tahayyül ettikleri geleceğe göre geçmişimizi de yine sanatlarla belirlemeye başladılar. Bunu bir tür kültürel soykırım olarak görüyorum. Nihâî hedef biz Türkleri kendilerine itiraz edemeyecek, hatta soru soramayacak şekilde ehlileştirmek.
Görgün: Şimdi bunu şöyle özetleyebiliriz: Mevcut şartlarda yani günümüzde sanat hakikati temsil etmiyor, teşkil ediyor. En azından iddiası bu yönde.
Çitil: Kendinde olduğu hal ile hakikati teşkil edemez. Mevcut daraltılmış söylem içerisinde bir teşkil faaliyeti gerçekleştiriyor ve biz bundan muzdaribiz.
Üçer: İddia ediyor yani.
Görgün: Zaten, hakikat budur diyor. Yani “hakikatin ne olacağına ben karar veririm; hakikat benim kararlarımın ve eylemlerimin sonucudur” diyor. Yoksa bizim düşündüğümüz mânâda, bizi önceleyen, bizim hayatımıza refakat eden ve birgün biz olmasak da yine de orada olan hakikati teşkil etmiyor.
Çitil: Olmayacak bir şeyi dayatıyor.
Üçer: Başka yolu yok yani.
Görgün: Kendisi kendi kendine kendince hakikatler üretiyor. Çoğul kullanmamız lazım. Yani sürekli hakikatler üretiyor. Bu hakikatler de sürekli değişiyor.
Çiçek: Bizim de buna uymamızı istiyor. Picasso’ya atfedilir. Arkadaşı Stein’in resmini yapar. Resim bitince Stein bakar. “Bu bana benzemiyor” der. Picasso: “Sen artık ona benzeyeceksin…” der. Modern sanat bu… Dolayısıyla modern sanat modern sanatkârın uzantısı…
Üçer: Bergson’un empati ve sempati kavramları var ya bunlar da hep onun arayışı. Şimdi kendindeliği kaybettik, biz biraz şöyle bir şey arıyoruz; gerçekliğe o bize bakmıyorken arkasından sessizce yanaşıp yakalayabileceğimiz bir yol var mı acaba? Sanat bize diyor ki: Nazar yoluyla bu mümkün değil çünkü özne ve nesne arasındaki mesafe nazar faaliyetinde asla kapanmıyor.
Çitil: Ömer hocanın bizi getirdiği yeri önemsiyorum çünkü ne yapmalı sorusunu öne çıkarıyor. Sanatın öyle bir ciheti vardı ki esasa dâir ona tutunarak mevcut durumdan kurtulabiliriz.
Türker: İki nokta daha ekleyelim hocam oraya. Sanatın geldiği nokta itibarıyla bir anlamı ifşâ etmekten ziyade insanın belirsizliğini mutlaklaştıran bir tarafı var.
Çitil: Onun da ötesinde bundan haz almasını sağlamaya çalışıyor.
Türker: Meyil, arzu ve belirsizlik bir araya gelmiş burada.
Üçer: Biz olandan rahatsızız; sanat, olanı mutlaklaştırıp olanla olduğu gibi özdeşleşerek onu göstermeyi bize marifet olarak addediyor. Felsefenin bile olanı olduğu gibi gösterme kabiliyeti yok.
Türker: Salt beğeniyi merkeze alıyor. Bak bu çok ilginç bir durum. Salt beğeniyi, arzuyu ve meyli merkeze alıyor, onu belirli anlam kutucuklarına sığdırmıyor. Yani burada böyle zorunlu olarak bir anlam bulmak durumunda değiliz geldiğimiz nokta itibarıyla. Beğeninin kendisinin belirsiz akışına insanı bırakıyor ve bunu mutlaklaştırıyor.
Fazlıoğlu: Ömer hocam, mânâ zaten belirsizlik giderildidiğinde ortaya çıkar. Aristoteles’in, “Logosu olmayan şey bilinemez” derken kastettiği de bu. Bir şey, ancak tanımlanabildiğinde idrâk edilebilir çünkü. Modernite zaten bir belirsizlik uzayı, dolayısıyla bir anlamsızlık üretti. Romantizmde sanat, bu belirsizliği gidermek ve anlamsızlığı aşmak için yola çıktı. Çağdaş dönemde ise tam tersine, “Belirsizliğin bizâtihi kendisi bir anlamdır,” dendi. “Esas zorunlu olan mümkün olandır”, vb. cümleler kurarak her şeyi tam tersine çevirmeye çalışıyorlar. Benzer şekilde onlar için “Esas olan belirsizliktir” ....
Görgün: Bizim şu hususu daha net olarak müzakere etmemiz lazım: Özellikle hem Türkiye’de hem de İslam dünyasında sanat söz konusu olduğunda, belki ilk aklımıza gelen, mimarî ve özellikle de şehir mimarîsi. Şehir mimarîsi söz konusu olduğunda, İstanbul’u, Karaçi’yi, Kahire’yi, Bağdat’ı, Lübnan’ı, Beyrut’u vb. şehirlerimizi düşünecek olursak, İslam dünyasında ve Türkiye’de nasıl bir sorunla karşı karşıya kaldığımızı görebiliriz. Suriçi İstanbul ile geri kalan İstanbul arasındaki fark, bizim sanat ile irtibatımız konusunda açık bir fikir verebilir. Bu cihetten şehirlerimiz, insan eseri olarak, bizim görünmeyen tarafımızı, yani hakikatimizi teşhir eden alametler gibi. Sorun sanatkarane düşünmediğimiz için mi sanat değeri taşıyan şehirler inşâ edemiyoruz? Yoksa kendimizi tanıma ve takdir noktasında eksik kaldığımız için mi şehirlerimizi tanzim ve tertipte “bedii” bir cihet zuhur etmiyor? Hayatı bir bütün olarak edeb üzerinden kavrayan bir ümmetin mensupları olarak şehirlerimizde hangi edebin tahakkuk ettiği; daha doğrusu herhangi bir şekilde bir “edeb” arayışının mevcut olup olmadığına bakmamız gerekiyor. Şehirlerimizde bedii cihetin eksikliği, hayat düzenimizde edebten uzaklaşmamız, edeb ile aramıza mesafe koymamız ile alakalı gibi gözüküyor. Özellikle Türkiye’de kendi kültür ve medeniyetimizle irtibatı en zayıf akademik alanın mimarlık olması ile bir sanat eseri olarak “umran”da eksik kalışımız arasında derin bir irtibat var. Bizim bunun aslî bir mesele olduğunu fark edip fark ettirmemiz ve bir çözüme kavuşturmamız gerekiyor.
Çiçek: Mesele sadece mimarî ve şehircilik ile alakalı değil tabii.
Görgün: Bu işin hiç de önemsiz olmayan bir kısmı. Başka bir kısım ise biraz önce Ayhan hocanın bahsettiği bu “görsel ve performatif sanatlar” dediğimiz alanda yapılanlarla alakalı. Görsel ve performatif sanatlar hâlâ “medenileştirme misyonu”na sadık bir şekilde işliyor. Sanatta olması beklenen özgürlük ve özgünlük, Batı’ya sadakat ve taklit, oradaki güç merkezlerinin yerel etki aracı olmak ve bunu, kendi toplumu ve medeniyetini tahrip etme cihetinden bir özgürlük olarak takdim ediyorlar. Yapanların ne kadarı neye aracı olduğunun farkında, onu söylemek zor; ancak yapılanın hakikî mânâsı ile sanat, yani bedi’iyyatın bir formu olmadığı kesin. Belki teknik hegemonyanın yerel aracı olarak etkinler ve bu anlamda ticarî bir boyutları da mevcut. Uluslararası mekanizmaların ve mesela Avrupa Birliği bünyesindeki fonların bu çerçevede nasıl kullanıldığına bakmak, epeyce fikir verir. Muhtelif dijital ortamlar, mesela Netflix bu cihetten ele alınması gereken vasıta ve vasatlar. Buralarda yapılan ve sunulanlar, sanat mı? Ne anlamda sanat? Gerçekten de insanların ve insanlığın varoluş imkânlarını genişletmek anlamında bir faaliyet mi, yoksa insanları insanlıktan eksilten, insanların hayatında asırlar boyunca ortaya çıkmış ve toplumun mahfazası olarak güveni temin eden ne varsa onu zan altında iten, bir etki ajanlığı mı? Buna bakmak gerekiyor. Türkiye’de sanat adı altında türlü çeşitli faaliyetler yürütülüyor; üretilen diziler, tüm dünyada pazar bulabiliyor. Ama bu diziler insanlığın varoluşu ile irtibatı cihetinden nasıl bir konumdadır? Hakikî anlamı ile bir sanat faaliyeti ile karşı karşıya mıyız? Bunu eleştirel bir şekilde müzakere etmek zorundayız. Bu cihetten sanat eleştirisi alanını ciddiye almak ve sanat adı altında yürütülen faaliyetlerin, bir hakikat inşâsı mı, bir hakikat ifşâsı mı, yoksa bir tahrif faaliyeti mi olup olmadığını görmemiz ve göstermemiz gerekiyor. İlk bakışta Türkiye’de, inanılmaz bir “sanat” faaliyeti devam ediyor. Fakat bu öyle bir sanat faaliyeti ki, bu memleketin ve milletin aleyhine işliyor. Türkiye’de sanki “sanatın sorunları”ndan daha çok “bir sorun olarak sanat”ı konuşmamız gerekiyor.
Üçer: Sanat, her halükârda bir yapma faaliyetidir hocam; fakat bunu yaparken, “Nasıl yapayım, ne yapayım, şöyle yapayım,” düşüncesinin içerisinde bir güzellik fikri var. Ne yapsam güzel olur? Neyi beğenir, neye güzel derim? Burada güzel işlevsel olabilir, ihtiyaç karşılayan olabilir, izlenimin ifadesi olabilir, olanın çarpıcı bir şekilde yansıtılması olabilir. İslam düşünce geleneği açısından bakacak olursak hüsn, ihsan ve muhsin kavramlarına intikal etmeli, beğenilenin ne olduğuna, beğenenin kim olduğuna, eserin kime beğendirilmek istendiğine, beğeninin mânâsına yönelmeliyiz. Böyle bakarsak güzel, ilâhî rızaya uygun olan, hakikati gösteren, varlığa bizi eriştiren her türlü söz ve fiille özdeşleşir. Daha genel ölçekte klasik düşünceye baktığımızda ise güzeli doğaya uygun olanla veya değişmez olanla özdeşleştirebiliriz. Demek ki güzel kavramı da tıpkı sanat kavramı gibi, anlam bakımından çeşitli nedenlerle dönüşüp çeşitlilik arz edebiliyor. Her güzel diyen, güzelle aynı şeyi kastetmiyor. Bugün baktığımızda teknolojinin verimlilik–verimsizlik ve kapitalizmin kâr–zarar mantığının, estetiğin güzel–çirkin mantığını ele geçirdiğini ve onu yönetir duruma geldiğini görüyoruz. Güzel olan nedir bu yeni mantık açısından? İşlev, dönüşüm kapasitesi, dikkat çekicilik, pazar ederi, dolaşım ve kitlesellik gibi kriterler artık beğeninin ölçütlerini yönlendirmeye başlar. Örnek olarak deneyim ekonomisi dünyasında güzel, haz üretimiyle ilişkilendirir. “Bu, korkunç güzel!”dir, çünkü daha önce deneyimlenmemiş hazlar üretir. Böyle bir yapıda estetik yargı artık güzel–çirkin mantığı ekseninden çıkar ve dikkat çeken/kayıtsız bırakan, haz oluşturan/ satılabilen/satılamayan, çarpıcı/silik, özelleştirilebilir/özelleştirilemez gibi mantıklar ekseninde kurulmaya başlar. Örnek olarak bir grafitinin güzel sayılması, onun sanatsal değerinden çok politik veya duygusal dikkat çekiciliği, viral dolaşımı ve piyasadaki performans potansiyeliyle ilişkili hale gelir. Örnekler arttırılabilir. Anlatmak istediğim sanat, güzel, beğeni gibi kavramların anlamlarının insanların hayatın anlamıyla, kendilerinin kim olduğuyla, onlardan burada ne beklendiğiyle ilgili anlayışlarından bağımsız düşünülemeyeceğidir.
Türker: Kendi dünya görüşüne saygısı olmayan insanın sanatı olmaz.
Fazlıoğlu: “Hayat Görüşü” diye düzeltelim.
Türker: Dünya sayısında konuştuk ya hocam. Dünya kelimesinin yaygın anlamı zaten hayat tarzı demek.
Çitil: Hocam bir şey ekleyeceğim. Biz Netflix’e laf ediyoruz da belki görmüşsünüzdür bir tane röportaj var dolaşıyor ortalıkta; Rus bir uzman Türk dizileri hakkında konuşuyor, diyor ki “Türk dizileri Rusya’da çok izleniyor ve gençlerin ahlâkını bozuyoruz.” Şimdi biz kimiz de kim olarak sanat yapıyoruz ve ne yapmaya çalışıyoruz?
Türker: Hocam bir toplum ya da bir insan, dünya görüşüne bağlılığı ve saygısı olmadığı zaman o dünya görüşüne uygun formlar üretme ihtiyacı duymuyor. Sanatta ve diğer tüm alanlarda böyle.
Fazlıoğlu: Metafizik kuramıyorsun.
Türker: Metafiziksizlik bile bir metafizik eğer kişi ona saygı duyarsa. Saygı duyduğun zaman ona uygun sanat formları ortaya çıkıyor. Şimdi bizim mimarîmizin hayat görüşümüzle ilgisi var mı? Şu andaki mimarîde İslam adına ürettiğimiz hiçbir kavramı yaşamıyoruz. Bu çok net bir durum.
Çitil: Hocam örnek veriyor işte, deizmin durumu ortada.
Fazlıoğlu: Hayat Görüşü’ne ilişkin hiçbir önerme çıplak haliyle gerçekliğe uygulanamaz. Metafizik çanaklar üretmemiz lazım. Bizim sorunumuz metafiziksizlik… “Metafizik hastayız” diyebiliriz.
Görgün: Sanat meselesini müzakere ederken burada da söz konusu olduğu gibi, bir taraftan her şey gibi sanat da Batı’da olup bitenlerle alakalı. Türkiye’de ve İslam dünyasında olup biten şeyler, yapılanlar yapılmayanlar Batı dünyasındaki yapılanlar ve yapılmayanlarla irtibatlı. Yani ona bigâne kalamıyoruz. Bu doğru. İlginç olan taraf, Batı şehirlerinde olmayan, bizde yaygın olan bir yerleşim formu söz konusu: Site. Bizim en modern şehirlerimiz, şehirlerimizin en modern kısmı, en modern insanlarımızın yaşadığı binalar, sitelerden oluşuyor. Biz mahalleyi ve köyü ihmal ve imha ettik; “site”leştik. Bir dönemde Müslüman siteleri oluşturma gibi bir gayret bile söz konusu idi. Bugün görüyoruz ki, kendi varlığımızı muhafaza etmenin şehir mimarîsindeki en temel birimi mahalledir. Mahalle olmadan insan olamıyor; eksik kalıyor. Batı şehirlerinin önemli bir kısmında hâlâ mahalle temel şehir birimidir. Yani bu cihetten baktığımız vakit Batı Avrupa’nın —sadece örnek olarak verdiğim için söylüyorum— şehirleri, şehirler söz konusu olduğunda nizam intizam…
Fazlıoğlu: Adamın ister beğen ister beğenme, bir metafiziği var…
Çitil: Eskiyi koruma.
Görgün: Bunların hepsini dikkate aldığımız vakit o zaman şunu söyleyebiliriz Batı dünyasında şu veya bu şekilde sanat ile alakalı yönelişleri kavrayabiliriz, eleştirebiliriz fakat bizim hayatımıza gelip kendimize döndüğümüzde burada esas itibarıyla hakkında konuşabileceğimiz müspet mânâda bir sanattan bahsetmek gerçekten çok zor. Şimdi şu soruyu sormamız lazım…
Çitil: Sanat kıyılarda köşelerde, ebruda, tezhipte yaşıyor ama cılız bir şekilde.
Fazlıoğlu: Onlar da estetik değil dinî gayretle yaşıyor.
Görgün: Biz neden sanatı kaybettik hayatımızda? Hayatımızda sanatı yeniden nasıl kazanacağız?
Fazlıoğlu: Ferdiyeti tekrar inşâ ederek Tahsin hocam; ferdiyet olmadan sanat olmaz çünkü estetik tezevvük ferdî bir etkinliktir.
Görgün: Ferdiyeti inşâ edebilmek için, mahalleyi yeniden hatırlamak, ihya ve inşâ etmek mecburiyetindeyiz. Mahalle, günümüz sanatının, Türk ve İslam sanatının, kendisini izhar edeceği en önemli vasat ve vasıta. Maddî ve manevî medeniyet unsurlarının kendisini izhar ettiği, insanın insan, Müslümanın Müslüman, Hıristiyan’ın Hıristiyan olarak kendisini gerçekleştirme imkânını temin eden bir ortam olarak mahalle, günümüzde bedi’ bir alan olarak karşımızda duruyor. Sanatı biz —mesela— mahalleyi kurarken, yeniden hayatımıza katabiliriz. Bu bizim hayatımızı yeniden sanatkarane, bedii bir şekilde yaşamaya yönelmemiz anlamına geliyor. Bu olursa, o zaman biz, kendimiz olarak varlığımızı sürdürme imkânını gerçeğe dönüştüreceğimiz gibi, başka toplumlara da, numune–i imtisal olabiliriz.
Üçer: Sanatsal idrâk, her tür idrâk gibi belli bir dil içerisinde belli bir gelenek içerisinde, hafıza içerisinde, deneyim dünyası içerisinde gerçekleşiyor. Estetikle irtibatı da burada esasında.
Çitil: Vakum içinde gerçekleşmiyor.
Üçer: Evet, tahayyül seviyesinde, iç duyular seviyesinde, dıştan gelen bir algı; bizim zihnimizde ortaya çıkan bir anlam üzerinden bir tecrübe... Bizim için, sanatkarın herhangi bir şekilde daha önceki dil, hafıza, gelenek, metafizik kavrayıştan bağımsız bir biçimde, tıpkı yeni doğan bir çocuk gibi gerçekliğe saf bir şekilde bakıp onunla özdeşleşerek, bize bir nesneyi yeniden dilde, taş üzerinde, tuvalde veya müzikte kurduğunu söyleyebilir miyiz? Söyleyemeyiz. Bu bağlam, her halükârda sanatçının idrâk ve algısını yönlendiriyor. Bizim açımızdan, hocam, bahsettiğiniz o “insicam”, her halükârda ihtirama layık bir fikrin, bir hayat görüşünün hakimiyetini sürdürmesiyle yakından irtibatlı. Burada, sanatçıya gerçekten sanki böyle bu tür önceleyici idrâki kalıplardan bağımsız saf bir yönelişi mümkünmüş gibi bir kabiliyet atfettiğimizde, sanatçı gerçekten hamura “bedî‘”, yani öncesiz bir biçimde şekil veren haline geliyor. Ama aslında sanatçı mübdi‘ değildir; mübdi‘, Allah’tır. İslam düşüncesinde, Platon’la da irtibatlı bir biçimde, sanatçıya mimesisteki ve taklitteki kabiliyet atfedilir. Dolayısıyla sanatın felsefeyi içine alıp aşan bir ciheti var ki o da şu: Bahsettiğimiz nazarî ve fikrî idrâki ve onların amelde kendisini göstermesini arzu ettiğimiz yapısını, bize tek tek hepimizin günlük dünyada karşı karşıya bulunduğu hadiseler ve şeyler üzerinden hatırlatan bir idrâk ortaya koyması. Bu idrâk, onu önceleyen idrâk biçimlerini içeriyor ve derinleştirme ve genişletme yoluyla açıyor. Örnek olarak Fusûsu’l–Hikem’le ilişkisini düşünelim divan şirinin, mimarînin, mûsıkînin, tasvir sanatlarının... Bunlar “vahdet–i vücutçu” nazariyattan bağımsız düşünülebilir mi? Asla. Sanatçı, neticede, oraya o hafızayla bakıp o tikel unsur üzerinden bize bir şey göstermeye çalışıyor.
Türker: İbrahim hocam aslına bakılırsa modern sanat da böyle.
Üçer: Tabii ki hocam. İçerde ne varsa, dışarıya o yansıyor. Saf bakış, ancak tanrısal bakış olabilir.
Türker: Küllî bir bakışın bir yere yansıtılması işlevi görüyor. Kendisi küllîleşiyor. Ama şöyle baktığımız zaman ardında diyelim ki şu felsefe olduğunu, şu nazariyat olduğunu ya da içinde yaşadığımız dünyayı inşâ eden şu şu düşünceler olduğunu anlıyoruz. Dolayısıyla sanat kendinden hareketle konuşulduğunda çok ritmik ve formel bir şey. O formun muhtevasını oluşturan şey daha ziyade sanat dışından oraya taşınan nazariyeler.
Üçer: Fusûs’u düşünelim Muhammediyye’yi düşünelim. Sonra Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini, Itrî’nin “Salavât”ını düşünelim. Muhammediyye ve Mevlid–i Şerif aynı zamanda çok yüksek düzeyli sanat eserleri. Diğer taraftan bunlar aslında Fusûs’un inşâ ettiği nazarî çerçevenin yazılı kültürde Muhammediyye, sözlü kültürde ise Mevlid üzerinden dile gelmesini ifade ediyor. Bu dile getiriş artık Fusûs değil tahayyülle işlenmiş başka bir seviye.
Türker: Sanatta yenilenme dediğimiz şey esas itibarıyla formla ilgili bir şey.
Üçer: Temkin nazariyatta, sanat temkinin mütemadi telvîni aslında.
Fazlıoğlu: İsterseniz, tekliflerimize de geçelim. Benim teklifim, Muhammed Fâssı’nda İbnü’l–Arabî’nin işaret ettiği nokta. Hazreti Peygamber, malum, tüm özellikleri içermesinin yanında iki yeni özellikle donatılıyor: Biri “ferdiyet”, diğeri de “cemâl”. Teklif söyleşilerinde pek çok kez dile getirdik: Ferdiyeti çekip aldığımızda din de ortadan kalkar. Bence, insan olmaklığımızı kaybettiğimiz için her şeyi kaybediyoruz. Her şeyden önce bu ferdiyet kavramını iyi temellendirmemiz gerekiyor. Belki ileride bu meseleye bir sayı tahsis edebiliriz. Yani ferdiyet; birey anlamında, yalıtılmış, yalnızlaştırılmış, toplumsal olanın içinde dağıtılmış, eritilmiş değil beriyle ve öteyle irtibatı içinde, varlık sahnesinde kapladığı yerin idrâkinde ve şuurunda, bir “küçük hüve” demektir. Bu içerikteki bir ferdiyet, ancak o estetik ya da tezevvük dediğimiz merhaleye, seviyeye ulaşır. İdrâku’z–zât ile tahkiku’z–zât hemen hemen her temeddün havzasında bir şekilde mevcut. Ama bir de ikmâlu’z–zât ya da tekmîlu’z–zât meselesi var. Bu ikmâl ya da tekmîl, ilkece hayatı ve yaşamı estetize etme, bir estetik duyuşa dönüştürmeyle mümkün ki, bu da cemâl ile alakalı. Bizim örnekliğimiz Hazreti Peygamber ise, dolayısıyla, şahsî kanaatim, bu ferdiyeti halletmeden neyi konuşursak konuşalım bir şekilde duvara tosluyoruz. Çünkü konuştuklarımızı taşıyacak, yani teklifimizi yaptığımız insanların mükellef tutulacak bir ferdiyetlerinin olması lazım. Ortada mevzû yok; mahmûlü kim taşısın?
Görgün: İhsan hocam senin bıraktığın yerden devam edeyim; bunu yapmak için de bizim iki kavramı, iki şeyi yeniden dikkate almamız lazım. Nedir o iki şey? Birisi vaz’ öbürü inşâ. Bir defa vaz’ dediğim kısmın yani inşâ ile beraber özelliği şu: Siz yaparsanız oluyor, yapmazsanız olmuyor. Fahreddin er–Razi’nin Mebahis’ini okurken, orada şu mealde bir şeyle karşılaştığımı hatırlıyorum: Bir şey yok demek, henüz yapmadık demektir. Biz yaparsak olur. Bu minvalden olmak üzere mesela bilim alanında bir teori geliştirmek, aslında aynı zamanda bir sanatsal/estetik faaliyettir.
Türker: Technede de bir sanat faaliyeti var, sadece zanaatten ibaret değil.
Çiçek: Sanat–Zanaat ayrımı modern dönemle ilgili bir şey… Özellikle yapılıyor bu. Yüce, güzel ve yüksek sanatları burjuvaziye hamleden modern sanat, dine, geleneğe, kendi dışındaki herkese, kendi değerlerini ve kriterlerini kabul etmeyenlere zanaatı bırakıyor. Sizin yaptığınız sanat değil zanaat diyor. Sizin yaptığınız metafizik değil spekülasyon veya sizin yaptığınız felsefe değil gibi…
Görgün: Bir teori oluşturma, bilim yapmanın kendisi, aslında gerçekten de bir “sun’”, yani bir sanat. Dolayısıyla, bedii olan bir tarafı var. İkincisi, inşâ kısmı çok önemli; inşâ söz konusu olduğunda, bizim klasik dilimizde, biliyorsunuz, ifadelerden bir türü performans/performative anlamını ifade ediyor. İşin ilginç tarafı, hukuk alanına geçiyorsunuz; fıkıh alanının hareket noktası inşâî ifadelerdir ve mesela bizim klasik fıkhımızda, Hanefi mezhebinde, hüküm tanımı tamamen inşâî bir tanımdır. Aslında, hüküm tanımlanırken, ilâhî hitabın eseri olduğu söylenir. Hüküm vermek de böyledir; nitekim ilâhî irade, isabetli olarak verilmiş olan hükümde izhar edilir. Hüküm verme, kaza faaliyeti de ihsana riayet edildiğinde, bir sanat faaliyetine dönüşür. Hakka ve hakkaniyete riayet eden, adaletin tesisini temin eden her hüküm, bir sanat faaliyetidir; insani varoluşun önüne yeni imkânlar açar çünkü. Şimdi, tüm bunları dikkate aldığımız vakit, keyfî bir vaz’ olmuyor. Vazın ön şartları var. Vaz, ön şartlara bağlı olarak gerçekleşirse kabul görüyor ve istimale açılıyor. Eğer ön şartları yerine getirmezse şayet, ihmal ediliyor; yani herhangi bir şekilde isti’malin, öncelikle idrâkin, kavrayışın konusu bile olmuyor; tutulmuyor. Bunu dikkate aldığımız vakit, mesela şehir mimarîsi söz konusu olduğunda, vaz’ ve inşâ sürecini, biraz önce söylediğim gibi mahalleden başlatabiliriz. Aslında İslam dünyasında şehirlerimizin tahrip olması, mahallenin tahrip olması anlamına geliyor. Mahalle tahrip olduğu için şehir de yok oldu. Gerçekten de İslam dünyasında günümüzde şehrin mevcut olduğunu söyleyemeyiz. Hele hele, Fârâbî’nin düşündüğü mânâda bir şehir söz konusu değil. İhsan hocanın bahsettiği bir Osmanlı âlimi vardı…
Fazlıoğlu: Muhammed Edirnevî.
Üçer: Fıkhu’l–umran değil mi hocam?
Fazlıoğlu: Fıkhu’l–Medine hatta.
Görgün: Sanatla alakalı olarak önümüzdeki belki aslî bir turnusol kâğıdı gibi bize ölçü verecek çerçeveyi biz mahalle inşâsı noktasında test edebiliriz.
Üçer: Bakış hocam, asıl mesele. Sizin bir tabiriniz vardı; nazar manzarayı yaratır. Nokta–i nazar hayati bir şey. Şimdi o kalkış noktası olunca; kilim dokuma, türkü yakma, bir ev inşâ etme, gelin uğurlama, nakış yapma, tasvir, hat, mimarî... Bunların tümü o bakışla biçimlenmiş bir estetik idrâkin somutlaşması olarak kendini gösteriyor. Hepsi birer sanat eseri haline geliyor yani...
Çiçek: Salih amel… Dedem sanatlı yapın işinizi derdi. Salih amelin her türlüsü sanatlı yapılır. İmar dediğimiz de veya güzel olanı muhafaza etme de salih amele dahil. Bakış meselesine gelince: Nazar, rey, irfan, seyr, müşâhede gibi ıstılahları olan bir toplumun bakışının olmaması mümkün değil zaten. Bakışımız var da bir başka bakış veya bakma biçimi görüşümüzü perdeliyor. Metafiziğin olmayınca neyi göreceğini bile sen belirleyemiyorsun. Sadece sana gösterilen görüntüleri görmekle yetiniyorsun. Bugün nasıl estetik sanatı engelliyorsa görüntüler de görmemizi engelliyor…
Görgün: Bizim her halükârda bakışımızı bir dünya kurma noktasında teksif etmemiz gerekiyor.
Türker: Bence sanatı özgürleştirmenin yolu da var. Sanat şu anda özgür değil aslında. Sanat fazlasıyla yaşadığımız dünyanın belirsizliğine hapsolmuş, nicelleşmiş, arzu ve meyillere mahkûm olmuş durumda. Bu sanatın kendine özgü yanı nedir onu da gizliyor. Ayhan hocanın bahsettiği kullanım keyfiyeti sanatın kendisini gölgeliyor şu anda, öyle bir sıkıntı var. Sanatı özgürleştirmenin yolu arkasındaki nazarın çok daha belirgin hale gelmesi…
Çiçek: Modern sanat neredeyse sırf zihinsel bir hadise. Oysa İslam sanatı, klasik Batı ve Doğu sanatı temaşaya, müşâhedeye, insanın şahitliğine bağlı ve amelî. Yani hayatın içinde. Sınıfsal bir kategori asla yok. Makamsal bir hiyerarşiden söz edilebilir. Bu da İhsan hocanın altını çizdiği ferdiyetle ilgili. Ferdiyeti olanın bakışı ve şahitliği olur. Görüşü olur… Belki de Adorno’nun dediği gibi sanatı estetikten kurtarmak gerekir. Çünkü sanat estetikten öte daha fazla bir şeydir.
Fazlıoğlu: Bir insanın nazarî faaliyet yapması için bir fert olması lazım. Sürü mensubu nasıl nazar yapsın; nokta–i nazarı nasıl inşâ etsin?
Türker: O nokta–i nazarı inşâ etmenin şartları var; bir tanesi ferdiyet ama nazarın kendisinin çok daha belirgin olması lazım ki sanat orada kendisini nazarın yanına yahut üstüne koyacak şekilde ifşâ edebilsin.
Fazlıoğlu: İstidlalî nazarı olmayanın, keşfî nazarı olur mu? Olmaz. Onun için sanat önemli ama, bir temeddün hareketi, bilimler kurulmadan —bilim kavramını müsamahalı kullanıyorum— yani dinî bilimler, dil bilimleri, doğa bilimleri vs. —pedagojik olarak tasnif ediliyor bunlar; ama aynı küre içinde birbirleriyle ilişki içinde inşâ ediliyorlar— üretmeden bir sanat faaliyetine girişebilir miyiz? Çünkü sanat, şiir, mimarî, mûsıkî, vb. çok ince bir üretim. Kısaca bir temeddün hareketi yekpare bir bütün.
Çitil: Ferdiyet meselesi ön plana çıktı, çok bereketli olduğunu düşünüyorum. Sanatın dönüşerek nasıl araçsallaştığını, hangi noktaya geldiğini de konuştuk. En son safhada ne olmalı, ne yapılmalıyı da konuştuk. Fakat burada şeyi fark ediyoruz ki hocamın ferdiyet üzerinden açtığı mevzu, nasıl bir sahne içerisinde olduğumuzu müşâhede etmeden ve keşfetmeden bunun bize sağladığı özgürlüğü fark etmeden ne bu dünyada hakkıyla var olabilme imkânımız var ne de sanat yapabilme imkânımız. Yani asıl geldiğimiz nokta bu. Dolayısıyla burada şöyle söyleyelim felsefenin işi henüz bitmemiş vaziyette.
Fazlıoğlu: Yeni başlıyor.
Görgün: Türkiye’de, İslam dünyasında yeniden başlıyor.
Çitil: Size bir örnek anlatayım. Bir öğrenci dedi ki: “Hocam, bu müşâhede, sezgi özgürleştirir diyorsunuz da yani bununla neyi kastediyorsunuz?” Ben de dedim ki: “Ben akademik hayatımı matematik felsefesiyle uğraşarak geçirdim. Çağdaş matematik felsefesinde bir sürü ekol vardır: O mantıkçıdır, bu çağdaş Platoncudur, öteki sezgiselcidir, öteki biçimcidir... Ben bunlarla uğraşırken şunu düşündüm: Tüm bu ekoller matematiksel nesne hakkında konuşuyorlar ama bu nesneler benim tecrübemde nerede ortaya çıkıyor? Ben bunu fark etmeye çalıştım. Fark ettim de... Örnek olarak biz konuşurken, harfleri sıralarken sayıları kullanıyoruz. Sayının idrâkine sahip olmadan bunu yapamıyoruz. Bunu görmemiz, müşâhede etmemiz gerekiyor. Bunu görmek, beni, o “Dedim, dedi”, “Seninki şöyle mi, benimki böyle mi?” gibi bir tartışmadan özgürleştirdi. Artık o nihayetsiz tartışmalarla uğraşmamaya karar verdim ve tüm yapabildiğim şeyleri de o tutamak üzerinden yapabildiğimi düşünüyorum. Yani bu tip bir farkındalık… Bizim en temel cümlelerimizden biri “Eşhedü en...” diye başlamıyor mu? “Şehadet ederim” ifadesindeki müşâhedeye dayanarak, kendini kîl ü kâle kaptırmadan, kendine güvenerek, “Hakikat benim yanımda,” diyerek hayata katılan bir insan ancak sanat icra edebilir.
Fazlıoğlu: Özeti: Bir şey hakkındaki kendi tecrübeni doğrudan düşüncenin konusu kılarak.
Çitil: İnşallah bu yola zaten girmenin çabasındayız. Teklif de bunun için var diye düşünüyorum.
Üçer: Ben, modern dönemde bu sanatı tahayyülle ilişkilendirdim. Tahayyül, bir seviyede estetik bir idrâk. Burada estetik idrâki, onun bir aisthesis, yani hissî, duyusal idrâk oluşuna atıfla kullanıyorum. Duyusal idrâk, dıştaki nesnenin bize görünen ve tecrübemizde ortaya çıkan formları üzerinden gerçekleşiyor. Dikkat edecek olursak, tecrübenin, bizim nesnenin deneyimimizde ortaya çıkan suretleri ve görüntülerinin ötesindeki gerçekliğe nüfuz kabiliyeti tek başına yok. Bu, tahayyülle, imajinasyonla başarabileceğimiz bir şey değil. Biz burada sanatkâra şöyle bir şey diyoruz: “Sen, tahayyül aracılığıyla deneyimlediğin görünüşler üzerinden aslında ne yapabilirsin?” Biraz önce konuştuk. Aisthesiste, yani duyusal idrâkte değil esasen noesiste, yani aklî idrâkte ortaya çıkan küllî hakikati dolayımlayabilir, çeşitleyebilir, ona işaret edebilir, onu bu görüntüler içinde görebilir ve görüntüleri o hakikate göre değerlendirebilirsin... Fakat burada aklî idrâki, nesnenin aklî suretler üzerinden gerçekleşen zihinsel temsili olarak görürsek; burada da filozofun varlıkla belli bir dolayım, yani aklî suretler üzerinden bağ kurduğunu söylemiş oluruz. Oysa sanatkârdan varlıkla doğrudan bir münasebet tesis etmesini bekliyorsak, bunca vasıtalılık onun idrâkini parçalayıp sun’î hale de getirebilir. Ayrıca onun istinat etmesini beklediğimiz aklî idrâk de dolayımlı. Şu hâlde sanatsal idrâki, duyusal ve aklî idrâkin ötesinde bir yerde konumlandırmamız ve hakikatin doğrudan doğruya çokluk içinde müşâhedesi olarak görmemiz gerekiyor. Burada idrâk bir müşâhede olarak görünür ve özünü de zevk meydana getirir. Bu, yüksek sanat olmalı.. Böyle bir seviyede sanatkâr, asla bilgeden, hakîmden, sufiden ayrılmaz...
Türker: Müşâhedeyi genel, aklın temaşası olarak kullandın.
Üçer: Buradaki müşâhede “aklın, mantığın idaresinde, bilinenlerden bilinmeyenlere doğru hareketi” anlamında nazardan ayrılıyor. Bir ratio, bir contemplatio haline gelmiş theorianın ötesine geçiyor. Bunun yerine sahnenin içindekileri, sahnenin bütününe göre temaşa etme kabiliyeti elde etmiş hakikî bir nazar olarak kendisini gösteriyor müşâhede. Böylesi bir bakış kabiliyetinin nasıl kazanılacağı ayrıca önemli bir bahis. Sanatkârın çilesi, burada sufinin çilesiyle özdeşlik elde ediyor. Tarkovsky’nin Andrei Rublev’i bu özdeşleşmeyi çok iyi anlatıyor.
Fazlıoğlu: Ratio, nazara eşitlenemez; nazar daha üst bir etkinlik. Ratio, istidlâl olarak kabul edilebilir...
Üçer: Evet hocam, o anlamda müşâhedeyi kastediyorum. Bu anlamda müşâhede bir tür “zevk ve marifet”tir.
Fazlıoğlu: Tezevvük ile marifet.
Çiçek: Tam yeri geldi. Ben de Neşet Ertaş’tan bir dörtlük yazayım.
Seyretsen de yâri gerçek göremen
Tutuşup aşkına kül olmayınca
İstesen de yâre doğru varaman
Gönülden gönüle yol olmayınca
Türker: Sanatçıyı değerli kılan şey şu: Sanatçı bir nazarî faaliyette belki ana çerçevesi görülen ama insana ulaşmakta eksik kalan yerleri fark eden insandır. Vahdet–i vücûd örneğini bu yüzden verdim. Mesela sûfî, bir tecrübe yaşıyor, sûfinin tecrübesi sadece bir fena cümlesi değil İhsan hoca dedi ya edebiyattır diye.
Fazlıoğlu: Edebiyat derken pejoratif anlamda değil...
Türker: Evet, dili anlamında. Korku yaşıyor, haşyet yaşıyor, teslimiyetin hazzına varıyor. Sen bunların hepsini nazarda dile getiremiyorsun ama bunu bir şiirde, bir camide, bir mimarî formda bir minyatürde yahut bir hatta dile getirebiliyorsun. Yani sanatın böylesine bir kendine özgü, başkasına bağlı olmayan bir alanı olmalı. Nazarın dediğim gibi bir ciheti var. Bu cihet; nazarın bildiğimiz anlamda mantıksal formunda dile getirilemeyen bir cihet olmalı.
Çitil: Şiirin asıl özelliği küllî, genel, tümel, kavramsal olanı değil tekil olanı yakalayabilme kabiliyeti. Yaşadığımız tekilliğe en yakın gelecek ifade şiirde kendisini gösteriyor. Sanatın enteresan ve güzel tarafı ya da sanatçının başarabildiği şey şu: Sanat sözcüklerin kendisi genel ve tümele işaret ediyor da olsa, hissî olan sürekli değişim içerisinde akıp giden bile olsa bunları kullanıp kendisi o akıp gitmeyene ve tekil olana temas edebilmemizin yoluna açıyor.
Görgün: Tekil olana kalıcılık sağlıyor.
Çiçek: Hatta şiir kelimelerden kurtulmaya çalışıyor anlamı perdelemesin önüne geçmesin diye. Kelimeler vasıta ama vasıtadan bile kurtulma çabası değil mi biraz da?
Türker: Başka şekilde ifade edeyim; sanat dediğimiz şey nazara tercüme edilemeyeni yakaladığı zaman sanat oluyor.
Çitil: Ben onunla karşılaştığımda zaten nerede olduğumu fark ediyorum ve beni kendime getiren şey de sanat oluyor. Bugünün sanatı değil işte bu, başımıza bela açan sanat değil.
Fazlıoğlu: Filozof, tekillerde tümeli buluyor; sanatçı ise tümelde tekili buluyor. Yeri geldi bir nükte anlatayım: Çobanın bir tanesi, koyunlarıyla dolaşıyor. Oturup gökyüzüne bakan bir adam görmüş. Bir bakmış, adama yaklaşınca, şehirde heykeli olan adam. “Sen şehirde heykeli olan adam değil misin?” demiş “Evet,” demiş. Çoban devam etmiş: Senin heykelini niye yaptılar? Orada “şair” yazıyor gördüğüm kadarıyla. “Sen, ne yapıyorsun? Şair ne demek yani?” Gökyüzünde de çok güzel bir dolunay var. Şair, çobana, “Bak!” demiş, “dolunaya”. Adam bakmış. Şair “ben de bakıyorum”. “Peki! Görüyor musun?” diye sormuş. Çoban: “Elbette, kör müyüm? Tabi ki görüyorum” diye yanıtlamış. Şair: “Gözlerini kapat; şimdi görüyor musun dolunayı?” Çoban: “Görmüyorum,” demiş. Şair, “ama ben gözlerimi kapattığım zaman Ay’ı daha iyi görüyorum. İşte aramızdaki fark bu” diye sonlandırmış konuşmayı. Filozof ile sanatçı arasındaki fark budur bence. Biri, duyularını tırnak içine aldıktan sonra o tekilliği çok daha açık–seçik görebiliyor; öbürü, açtığında…
Çitil: Ben de bir şey söyleyeyim; Genç bir ressam yaşlı ressama başka bir ressamın nasıl resim yaptığını sorunca yaşlı ressam diyor ki “Ağacı bir yaprağından tutar ama ağacın tamamını tuvale koyar.”
Üçer: Hocam, ben de Nâilî’den bir beyit aktarayım. Aisthetanın, yani duyular yoluyla elde ettiğimiz görünüşlerin, mahsûsâtın arkasında yatan ve ancak o görünüşler içinde müşâhede ile kavrayabileceğimiz bir gerçeklik...
Görgün: Nâilî bunları bu şekilde söylemiyor herhâlde (Gülüşmeler).
Üçer: Bunları Nâilî böyle söylemediği için büyük hocam. Bizcileyin fukara taifesi ancak böyle ifade edebiliyor (Gülüşmeler). Asıl o gerçekliği idrâkin, sanatkârın vazifesi olduğuna şöyle işaret ediyor Nâilî: “Mestâne nukûş–ı suver–i âleme baktık, Her birini bir özge temâşâ ile geçtik.” Biz, nesnenin duyusal idrâke, aisthesise kendisini sunan suretlerine, “Bunlar gelip geçicidir, gerçekliği bize yansıtamazlar, sarhoşun gördüğü dünya gibi bulanık ve aldatıcıdır,” diyerek baktık. Bu nakışların her birini, özge, bambaşka, çok özel bir temaşa ile geçtik ve bu sayede aslında, bu tekilliğin çokta kendisini gösteren idrâkine eriştik. Çokta biri gördük...
Çiçek: Müthiş bu… Temaşa, şahitlik bile mutlaklaştırılamıyor. Modern sanatın temsili mutlaklaştırdığını düşünürsek…
Çitil: O özgelikte tekillik var işte.
Görgün: Peygamber efendimizin en büyük mucizesi Kur’ân–ı Kerîm, netice itibarıyla sözlü bir hitap ve sanatın mihengi ve zirvesi. Diğer taraftan, mesela, bizim fikrî eserler anlamında en büyük eserlerimize bakacak olursak hemen hepsi aynı zamanda edebî bir eserdir. Mesela, Mesnevî, Hümayunnâme, İskendernâme, Aşık Paşa’nın Garipnâme’si, Divan’ı, Yunus Emre’nin Divan’ı, Hüsn ü Aşk, aynı şekilde Attar’ın eserleri, Mantıku’t–Tayr vs. bunların hepsi meşruiyetini ana kaynaktan alan hem fikir hem sanat eseri. Fakat baktığımızda, her şeye rağmen, Peygamber efendimizin en büyük sanat eseri aslında İslam ümmeti.
Çiçek: Ve’lhamdülillahi rabbi’l âlemin.