Gazze’nin “Ümmet Siyaseti”

Ovamir Anjum

Ovamir Anjum



İslam ümmeti nerede ve neden katledilen çaresiz Müslümanların yardımına koşmadı? İki milyar Müslüman, Kur’ân–ı Kerîm’de ve İslam tarihinde büyük saygı gören kutsal Mescid–i Aksa’yı korumak için neden gelmedi? Görünürdeki bu kayıtsızlık ve vicdansızlık, Müslümanların dindarlığındaki ve imkânlarındaki artışa dair pek çok göstergeyle nasıl uyumludur!.. Ümmet diye bir şey var mıdır?

Müslümanların, elli kadar Müslüman devletin eylemsizliğinin de işaret ettiği gibi, diğer Müslümanların acılarına kayıtsız kaldığını kabul etmek demek, Peygamberimiz Muhammed’in[s.a.v.] öğrettiği; tüm inananların kardeş ve tek bir bedenin organları gibi olduğunu söyleyen dinin artık anlamlı bir şekilde yaşamadığını da kabul etmek demektir. Bunun tersi de doğrudur; eğer dayanışma duygusu varsa, inanç da vardır. Dayanışma duygusunun bize neden acı hisseden kalpler, paylaşılan teselliler, geçici seferberlikler ve tepkisel sloganlar verdiğini ama bunun yanında etkili bir eylem yaratamadığını sormalıyız. Hiçbir toplumsal duygu, çerçevelenip ifade edilmedikçe, istikrarlı ve tutarlı hale getirilmedikçe ve rakip çıkarlara karşı önceliklendirilmedikçe toplumsal eylem olarak hayata geçirilemez. Bu milliyetçilik, insancıllık, demokrasi, kapitalizm, komünizm veya Siyonizm de dahil olmak üzere insanların paylaştığı her türlü duygu için geçerlidir. Eğer duygular istikrarlı ve tutarlı hale gelirse, o zaman sahici olurlar. Bu halleriyle yazılı anlaşmalardan ve maddî çıkarlardan çok daha güçlüdürler.

Müslümanlar, Gazze’de yaşanan acılara karşı kesinlikle kalpsiz ya da kayıtsız değildir. Müslüman sokaklarında halkın hissiyatı apaçıktır. Neden etkisiz kaldığı sorulduğunda verilen tipik cevap ise “yöneticiler”dir. Bu doğrudur, ancak yöneticilerin bu tutumu ahlâkî açıdan ne kadar taviz vermiş olurlarsa olsun, yalnızca inanç ve cesaret eksikliğinden kaynaklanmamaktadır. Kendi çıkarlarına ilişkin algıları onları çok daha fazla kısıtlamakta; ümmetin acılarını ya da İslam’a yönelik saldırıları ele alırken, yerel ve uluslararası ekonomik gerçekler, baskılar ve iş birlikleri dahilinde uygulanabilir gördükleri şeyleri yapmaya zorlamaktadır. Bu algılar, efsane ve gerçekliğin bir bileşimidir ancak bu bileşim onların dünyasını ve dolayısıyla bizim dünyamızı şekillendirmektedir. Bu nedenle, kendi kendini yok eden bu algıların ölümcül karışımının nerede ve nasıl oluşturulduğunu incelemek gerekir. Bu süreçte artık zihinlerde yıkılmış olan efsanelerden biri de İsrail’in askerî yenilmezliği ve direnişin beyhude olduğuna yönelik inançtır. Şu an devam eden Gazze direnişi, Washington ve Tel Aviv’deki efendilerini memnun etmek için normalleşme arayışında olan küçük hanedan ve askerî seçkinler grubunun yalnızca ahlâkî standartlar açısından değil, aynı zamanda gerçek güç dengesi algılamaları açısından da başarısız olduklarını göstermiş, hatta kanıtlamıştır. Körfez’in güçlü liderleri, İsrail ve Batılı destekçileriyle yaptıkları Faust pazarlıklarında, yönetmeye devam etmek ve elitlerin sadakatini sürdürmek için gereken meşruiyeti riske atmış olabilirler.

Bugün Gazze’de yaşanan kriz, birçok gelişmenin ve anlatının doruk noktasıdır ve birçok mücadele alanında sürmektedir. Bu mücadele alanları aşağıdaki on başlık altında sınıflandırılabilir:

i.

Gazze direnişinin hâkim olduğu fiilî askerî çatışma, İsrail ordusunun zayıflığını ortaya çıkararak İsrail’de siyasî bir krize neden olmuştur. Dünyanın sözde en büyük ordularının, insan ve diğer kaynaklar bir yana, toplama kampı gibi olan bir dar bölgede ev yapımı silahlarla askerî olarak aşağılanması, son yüzyılda belki küresel olmasa da bölgede askerî güç ve hakimiyet paradigmalarına meydan okumuştur. Direnişin etkili sözcüleri tarafından uygulanan askerî angajman, analiz ve hatta retorik olguları, sonuçları önümüzdeki on yıllar boyunca Arap ve İslam dünyalarını tanımlayacak olan entelektüel ve kültürel bir canlanmadan başka bir şeye yol açmamıştır. Gazze hadisesi, modern çağda ümmetin yeniden canlanması ve yeniden düşünmesi için eşi benzeri görülmemiş bir fırsattır.

ii.

İsrail’in Gazze’deki silahsız sivillere yönelik sistematik katliamı olan soykırım, savaş alanından ziyade büyük ölçüde Gazzellilerin hiçbir korumaya sahip olmadığı havadan gerçekleştiriliyor. Bu, iki taraf arasındaki askerî kaynaklar arasındaki aşırı eşitsizliğin ve ABD ile diğer sömürgeci güçlerin İsrail’e verdiği desteğin doğrudan sonucudur. Belki de buradan çıkarılacak ders, haklar, barış ve uluslararası normlar konusundaki mide bulandırıcı ve iki yüzlü retoriğe rağmen, eski sömürgeci güçlerin emperyalist olmaya devam ettikleri, İsrail’i son karakolları olarak gördükleri ve soykırım yapma isteklerini zar zor gizleyebildikleridir. Yine de bu soykırım, bize insan hakları retoriğinin iç çelişkilerini de gösteriyor – sadece Batılı ulusların bunu uygularken ki ikiyüzlülüğünü değil.2 Bu da bizi, dünya çapında hissedilen kardeşlik duygusunu hesaba katarak, insan haklarının dayanak noktasını Batılı elitlerden, uluslararası kurumlardan ve devlet bildirgelerinden koparıp onu insan doğasının derinliklerine, fıtrata kaydırarak ve böylece onu teoloji ve teosentrik felsefelere geri bağlayarak, hakkında daha yapıcı düşünmeye davet ediyor.

iii.

Açlık, şiddetli soğuğa karşı barınak eksikliği, Gazze’deki tüm hastanelerin yıkılması ve Gazze’deki kamplarda hastalığın yayılmasını içeren insânî kriz, İsrail tarafından çok sayıda Gazzeliyi tasfiye etmek ve onları göçe zorlamak için bilerek tasarlanmıştır. Bu çok önemlidir çünkü İsrail, soykırımının hastalık ve açlık yoluyla gerçekleştirileceğini ve Amerikan yerlilerine yönelik soykırıma benzeyeceğini ummaktadır. Devam etmekte olan soykırımı hafifletmek için acil yardıma ihtiyaç vardır. Bu konuda son derece yetersiz kalınmıştır. Uzun vadede alınacak ders, Müslümanların güçlü küresel hayırseverlik kurumlarına ihtiyaç duydukları ve savaş hazırlıklarından bağımsız olarak savaşta âdil davranışa ilişkin uluslararası normları güçlendirmeleri gerektiğidir. Çünkü bu normların ihlali, meşhur hilfü’l–fudûl’u imzalayanlar gibi, tüm iyi niyetli insanların üzerinde mutabık kalabileceği niteliksiz bir kötülüktür. Bu durum, Müslüman hayırsever kurumların gelecekteki ümmetçi teorileştirmedeki rolünü daha da vurgulamaktadır.

iv.

Müslüman sokaklardaki destek patlaması, büyük ölçüde dinî dayanışma diliyle ifade edilmektedir. Bu, Gazze direnişiyle ve sıradan insanların davranış ve açıklamalarıyla uyum içindedir. Filistin yanlısı aktivistler arasındaki din–seküler ayrımı agresif bir şekilde ele alınmalıdır; aksi takdirde cihat sonrası Afganistan’da olduğu gibi zor kazanılan tüm kazanımlar riske girecektir.

v.

Bu direniş sadece korumaya çalıştığı şey bakımından İslâmî değil, aynı zamanda davranış biçimi ve yürütülme şekli bakımından da İslâmîdir. Bu da sözde IŞİD tarafından benimsenen intikamcı, barbarca ve İslâmî olmayan yöntemlerden büyük bir sapmadır. Gazze’deki mücadele, son yirmi yıldır Teröre Karşı Küresel Savaş tarafından oluşturulan İslamofobik anlatıyı yeniden yazmaktadır. el–Kassam’ın disiplinli kanadının tutumu, önceki deneyimlerden ders çıkarmanın önemini, Müslümanlar arası ümmetik tavsiyelerin ve kolektif bilginin değerini ve her şartta savaşta âdil davranış için İslâmî standartlar geliştirme ihtiyacını göstermektedir. Buradan çıkarılacak ders, ilkesel olarak olduğu gibi pragmatik olarak da amaçların araçları haklı çıkarmayacağı ve araçların İslâmî kalması gerektiğidir.

vi.

Müslüman devletlerin elitlerinin davranışları, büyük ölçüde eylemsizlikten ve uluslararası kurumlar aracılığıyla bazı palyatif eylemlerle geri plandan destek vermekten oluşmaktadır. Bununla birlikte, devlet bazında ortaya konacak eylem, devam eden soykırıma karşı tek etkili engeldir. Katar’ın rolü çok önemlidir. Diğer taraftan Türkiye, ticarî ve askerî ittifakları nedeniyle risk altında olsa da yine de destekleyici olmuştur. Hizbullah, Husiler ve dolaylı olarak İran –Şia’nın farklı mezhepleri– Sünnî çoğunluklu devletlerin eylemlerinin ötesinde, açıkça tek maddî yardımı sağlamışlardır.

vii.

Küresel ve Batı medyasında dünyayı bir tarafta Küresel Kuzey’in elitleri, güç ve servet sahipleri ile diğer tarafta Batı’daki genç nesiller de dahil olmak üzere geri kalanlar arasında bölen anlatı savaşından pek çok ders çıkarılabilir. Filistinli genç aktivistler, sosyal medyayı etkin bir şekilde kullanarak ve âdil düşünen entelektüel ve akademik müttefikler edinerek İsrail’in eylemlerinin gerçek doğasını dünyaya göstermede başarılı oldular. Birlikte, en azından genç ve şüpheci Batılılar için, Batı’nın en büyük medya holdinglerini mağlup eden son derece güçlü insanlık yanlısı ve soykırım karşıtı içerik ürettiler. Tıpkı 1991’deki Birinci Körfez Savaşı’nın büyük medya tarafından tamamen görüntülenen ilk savaş olması gibi, bu da sosyal medya tarafından tamamen görüntülenen ilk soykırımdır ve Gazze’deki Filistinliler acılarını ve büyük inanç ruhlarını yansıttıkları için büyük bir övgüyü hak etmektedirler. Bu belgeleme, çerçeveleme ve ümmetçi anlatıyı gösterme süreci incelenmeli, korunmalı ve güçlendirilmelidir.

viii.

BM ve Uluslararası Adalet Divanı (ICJ) gibi uluslararası kurumlardaki hukukî mücadele... Bu noktada dünya, Güney Afrika tarafından İsrail’e karşı açılan soykırım davasında UAD’nin vereceği kararı beklemektedir. Uluslararası mahkemelerde savunuculuk yapmanın etkinliği malum nedenlerden dolayı sorgulanabilir. Ancak, Müslümanlar için gerekçesini Peygamber Muhammed’in[s.a.v.] Mekke’de hilfü’l–fudûl adı verilen adalet ittifakına katılmasında bulan bu arenadaki mücadele, İslâmî davaların haklılığını uluslararası hukuk ve insan hakları gibi anlayabilecekleri bir dilde görme eğiliminde olan dünyadaki pek çok gayrimüslim ulusa seslenmek açısından değerli olabilir. Böyle bir davada kazanılacak hukukî bir zafer, yakın ve uzak gelecek için tarihî bir tanıklık görevi görmenin yanı sıra, kamuoyu nezdinde de büyük yarar sağlayabilir ve uluslararası desteğin pekişmesine yol açabilir.

ix.

Küresel Güney’de hem kitleler hem de elitler arasındaki destek (özellikle sol eğilimli Latin Amerika hükümetleri arasında dikkate değer). Buradan çıkarılacak ders, İslâmî–evrensel bir çerçeve sunarak küresel çapta kitleler arasında ümmetçi davalara destek sağlamaktır. Filistinlilerin taleplerinin ve mücadelelerinin derin İslâmî doğasını hiçbir zaman gizlemediklerini ve operasyonlarına Aksa Tufanı adını verdiklerini unutmayın. Bir davanın derin İslâmî doğası, küresel olarak kitleler arasında destek aramaya engel değildir, çünkü insan fitratı her zaman olmasa da zaman zaman davalarımızın haklılığını görebilir.

x.

Küresel ulus–devlet sisteminde, çoğunluğu Müslüman olan devletler zayıf kalmakta ve desteklerinden ödün vermektedir. Tarihsel olarak, kamuoyunun biraz daha etkili olduğu dönemlerde, bu devletler ümmetçi dayanışmayı cılız da olsa ifade etmişlerdir. Bugün, Müslüman olmayan Küresel Güney’in dayanışma ifadesi, Müslüman devletlerin ümmetçi dayanışmasını çok aşmış görünmektedir. Bolivya (İsrail’le bağlarını koparan ilk ülke) ve Latin Amerika’nın diğer solcu hükümetleri ya İsrail’deki büyükelçilerini geri çağırmış ya da başka şekillerde diplomatik kınamalarını ifade etmişlerdir. Türkiye, Honduras, Bahreyn, Şili, Kolombiya ve Ürdün’ün izinden giderek bunu yapan ilk ve tek NATO üyesidir. Türkiye, Mısır ve Ürdün dışında çoğu Müslüman ülkenin İsrail’i tanımadığını da belirtmek gerekir. Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail’le normalleşmeyi agresif bir şekilde savunan, bunun yanında Sudan ve Fas gibi daha yoksul devletlere normalleşmeleri için baskı yapan tek Müslüman devlettir. Ezici yenilgiler ve Amerikan rüşvetlerinin bir sonucu olarak Mısır, 1978–79’da ilişkileri normalleştiren ilk Arap devleti oldu, onu 1994’te Ürdün izledi. Tüm bunlar, ümmetçi duyguların Müslüman çoğunluklu devletlerin halkları tarafından güçlü bir şekilde ifade edilmesine rağmen, elitleri tarafından sadece zayıf ve tutarsız bir şekilde somutlaştırıldığını göstermektedir.

Yukarıda aktarılan bu kategoriler, ne kapsamlı ne de birbirini dışlayıcıdır, ancak karmaşık ve gelişen bir küresel durumu analiz etmemizi sağlar. Gazze’deki bu on alanın her biri ümmetçi eylem için fırsatlar sunmaktadır. Gazze, Batılı olmayan ya da sömürgecilikten arındırılmış diğer modellerin sunduğu direniş ve ilerleme modellerini aşan, tamamen farklı bir direniş türünün mümkün olduğunu gösteren ümmetçi umudu temsil etmektedir. Biraz daha açmak gerekirse; Müslüman ümmetiyle kıyaslanabilen Çinliler, Hintliler ve Yahudiler gibi grupların çok daha güçlü olduğu sıklıkla gözlemlenmektedir. Bunun nedeni, onların etkili olmalarıdır. Başka bir deyişle, aralarındaki büyük farklılıklara rağmen, kolektif eylemi yönetmenin modern araçlarına hâkim olmuşlardır. Holokost veya Çin Kültür Devriminde olduğu gibi her birinde kaybedilen milyonlarca veya on milyonlarca insanın hayatını şimdilik bir kenara bırakacağız. Ayrıca her birinin geleneklerini nasıl kaybettiklerini ve bu süreçte Müslüman ümmete karşı özellikle büyük bir soykırım kapasitesiyle dünya için nasıl tehdit haline geldiklerini de bir kenara bırakacağız.  Çin’in anakaraları tarihsel olarak bir devlet altında birleşmiştir. Tek bir büyük medeniyetin hatırası vardır. Hindistan’ın ise Müslüman yönetimi altında kısa süreli birleşmesi dışında böyle bir anısı yoktur. Her iki örnekte de coğrafî olarak birbirine bitişik topraklar ve tek ulus–devlet statüsü büyük ölçüde yardımcı olmaktadır; ancak her biri büyük çeşitlilik nedeniyle “medeniyet devleti” olarak adlandırılabilir.

İsrail ise çok farklıdır. Avrupalı Hıristiyan ve daha sonra Hıristiyanlık sonrası antisemitizm ve zulüm tarafından yönlendirilen Siyonist Yahudiler, ironik bir şekilde işkencecilerinin imajına bürünmüştür. Filistin’de bir yerleşimci kolonisi inşa ederek sömürgeci projeye hizmet etme fırsatını kendilerinde görmüş ve bu süreçte barış içinde yaşadıkları toprakları etnik olarak temizlemeye ve kendilerine koruma ve iyi bir yaşam sağlayan tek medeniyeti yok etmeye niyetlenmişlerdir. Bu durum ne yazık ki İsrail’in varlığını Müslüman Arap devletlerinin iç bölünmesine, zayıflığına ve sistematik olarak bozulmasına bağlı kılmaktadır. Tek kutuplu Amerikan hegemonyası, küreselleşme ve Teröre Karşı Küresel Savaş döneminde yönetici elitlerin halkın hesap verebilirliğinden giderek daha fazla yalıtılması nedeniyle, bu elitler Batılı hamilerine tamamen güvenmeye başladılar ve halkın protestosuna karşı tek güvenceleri olarak İsrail’le ilişkileri normalleştirmeye çalıştılar. Bu olağanüstü konjonktür, İsrail’in bölge siyasetine hâkim olmasına ve bazı durumlarda da politikalarını bölgeye dikte etmesine olanak sağlamıştır. Sünnî çoğunluklu devletlerin yönetici elitleri ise iktidarda kalabilmek için Orwellvari devletler yaratmak, halklarına eziyet edip onları susturarak İslam’ı ehlileştirme yolunu tercih ettiler. Bu modellerinin her biri geçicidir, ahlâken iflas etmiştir ve insan ruhunun ve doğal çevrenin düşmanı olan kapitalist dünya düzeninin bir uzantısı olmanın yanı sıra ümmete ve İslâmî normlara farklı şekillerde karşıdır.

Ümmet, tıpkı bizim Batı’dan öğrenebileceğimiz gibi, her bir deneyimden dersler çıkarabilir, ancak hiçbirini taklit etmemelidir. Dolayısıyla Gazze, ümmetçi fâilliğin zorluğunu keskin bir şekilde ortaya koyuyor. Yaşananlar Çin’in Uygurlara uyguladığı ve bazı uzmanlar tarafından soykırım olarak nitelendirilen baskıdan ya da Hindistan devletinin işgal altındaki Keşmir’de Müslüman nüfusa uyguladığı ve akademisyenlerin soykırım olarak nitelendirdiği baskıdan daha mı fazla? Hayır. Her ikisi de aynıdır. Teolojik açıdan bakıldığında her Müslüman hayatı eşit derecede kutsaldır. Ancak Gazze’yi öne çıkaran bir faktör var: İslam’ın temel tarihi ve sembolleriyle olan içsel bağı, hatta bu bağın ayrılmazlığı ve her nesilde süregelen mücadeleye ilham veren bir bağ. Batı’daki laik Filistinliler bu davayı kendi sol ideolojileriyle uyumlu hale getirmek için gerçekleri sıklıkla yanlış anlıyor ve çarpıtıyor. Bu laiklerin ruhanî akrabası, yolsuzluk ve vahşetin modeli olduğu söylenen Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi’dir. Batı Şeria Yönetimi, sadece İsrailli efendilerinin uşaklığını yapmaktadır ve özünde komşu Arap devletlerinden hiçbir farkı yoktur. İşte bundan dolayı Gazze bir istisnadır, çünkü derinden İslâmî ve ümmetikdir.

Sonuç

Gazze, tamamen farklı türden bir direnişin mümkün olduğunu gösteren ümmetik bir umudu temsil etmektedir. Burada ele alınan çok boyutlu analiz türü, bu umudun anlaşılması ve hayata geçirilmesi açısından faydalı olabilir. Şöyle ki;

i. birden fazla müdahale noktası belirlemek,

ii. karşılıklı ilişkilerini incelemek,

iii. potansiyel çelişkilerini hafifletmek,

iv. ve diğer Müslüman davalarla sistematik karşılaştırma noktalarını tanımlamak.

Kısacası, hayal kırıklığına uğramak yerine harekete geçmemize ve (kendimize) zarar verici davranışlara başvurmamıza ya da her zamanki gibi işimize dönmemize olanak sağlayabilir.

 

 

1  Yazar burada orijinal metninde aslında “Ummatics” kavramını kullanmakta ve bu kavramı sahiplenmektedir. Ancak biz, kavramın doğrudan kendisini kullanmak yerine anlam dünyasına uygun bir çeviri yapmayı tercih ettik. Yazara göre Ümmetiks terimi, Müslüman Ümmetinin müşterek meseleleriyle ilgili olan her şeyi ifade eder. Ümmet, Kur’ân–ı Kerîm’de, Son Peygamber Hz. Muhammed’in[s.a.v.] takipçilerinin oluşturduğu topluluğa işaret etmek için kullanılan ve övülen bir terimdir. Ki bu topluluk, “insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet” (3:110) ilan edilmiş ve Allah tarafından, “hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılmaya” (3:103) ve insanlığı iyi olana davet etmeye çağırılan “en vasat topluluk” (2:143) olarak yüceltilmiştir. Hz. Peygamber’in[s.a.v.]  sözleriyle dile getirirsek, Ümmetiks (isim formunda) siyasat
al–umma ( ,
ümmetin siyaseti) anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, Ümmetiks, İslamî siyaset için uygun bir kavramdır. Bu haliyle, Ümmetiks, ümmetin ve onun ilâhî misyonunun tasavvur ve ifade edildiği, ümmet dayanışmasının hissedildiği ve ümmetin sosyo-kültürel, siyasal, ahlâkî ve dinî meselelerinin ele alındığı ve yönetildiği söylemleri, inançları ve uygulamaları kapsayan bir şemsiye terimdir. [çev.]

2  Eğer Batı, insanlığın en büyük başarısıysa ve İsrail, dünyanın karanlık bölgelerindeki son umudu temsil ediyorsa, on binlerce masum sivilin öldürülmesi pahasına onu kurtarmak tamamen makul hale gelir. Bunun bir abartı olduğunu düşünmememiz için, ABD’nin 1990’dan bu yana Irak’ta gerçekleştirdiği işgaller ve milyonlarca masum Müslümanın ölümü yeterlidir; Bkz. https://www.middleeasteye.net/opinion/unworthy–victims–western–wars–have–killed–four–million–muslims–1990. Artık insan haklarından bahsedenlerin iki yüzlü olup olmadığını sormaktan ziyade, insan hakları söyleminde derin bir tutarsızlık olup olmadığını sormaya geçmeliyiz. Birçok Batılının ve hatta Müslümanlar arasındaki laiklerin inandığı ve savunduğu gibi, Batı’nın en büyük başarı kriteri olduğuna dair önermemiz kabul edilirse, o zaman bu tür toplu katliamlar, bugün çoğu Batılı elit için olduğu gibi, haklı hale gelir.

 




Makalenin devamını okumak için Abone Olun