Gazze’nin Çığlığı ve Uluslararası Hukuk

Berdal Aral

Berdal Aral



Dünyanın gözü önünde yaklaşık yüz günden bu yana Siyonist İsrail’in Filistinlilere karşı Gazze’de gerçekleştirdiği soykırım nedeniyle, bugün, çeşitli çevrelerde uluslararası hukukun ve Birleşmiş Milletler’in (BM) ölümünden söz edilmektedir. Öyle ya, İsrail’in ölüm kusan uçaklarının, insansız hava araçlarının ve tanklarının insafına terk edilmiş olan Gazze’de Filistin halkının sessiz ölümü, aslında uluslararası hukukun ölümünü işaret etmiyor mu? Bu korkunç trajedi, aynı zamanda uluslararası insan hakları düzeninin de bir seraptan başka bir şey olmadığına da delil değil mi? Uluslararası hukukun hâlâ insanlık için bir umut kapısı olduğundan söz eden uluslararası hukukçular, acaba bölgesel ve küresel zalimlerin değirmenine su taşımış olmuyor mu? Dahası, Gazze’de her gün yüzlerce kadın, yaşlı, çocuk katledilirken ve bunlardan daha fazlası yaralanırken, uluslararası hukuktan ya da insan haklarından söz etmek, acaba insanlık ailesi mensupları ve Müslümanlar olarak yaşadığımız utancı gizlediğimiz bir perdeye mi dönüşüyor?

“Gazze’den sonra uluslararası hukuktan söz etmek muhaldir” diyenlere şu acı gerçeği hatırlatmak gerekiyor: Fransız sömürgesi olan Cezayir’de halkın hürriyeti ve bağımsızlığı için 1954–1962 yılları arasında vermiş olduğu efsanevî mücadele sırasında, bu ülkede resmî işkence büroları kurmuş olan ve bir buçuk milyon “yerli”yi katleden Fransa’nın yaptıkları karşısında, o dönem de, bugün olduğu gibi üç maymunları oynayan hâkim uluslararası düzenin bu sessizliği karşısında uluslararası hukukun ölümünden söz edilebilirdi. Benzer biçimde, ABD’nin işgal ettiği Vietnam’da 1965–1973 yılları arasında en az üç milyon “yerli”yi katletmesi karşısında, uluslararası hukukun ölümünden söz etmemiz mümkündü. 1992–1995 arasında Yugoslavya’dan ayrılarak bağımsız bir devlet hâline gelen Bosna–Hersek’in Sırpların işgaline uğraması ve bunların Müslüman Boşnaklara karşı soykırımda bulunması karşısında, başta İslam dünyası olmak üzere, çeşitli çevreler, uluslararası hukukun Bosna’daki ölümünden söz etmekteydi. Ruanda’da 1994 yılında Hutu milislerce gerçekleştirilen ve büyük çoğunluğu Tutsi olan sekiz yüz bin insanın katline sebebiyet veren soykırım karşısında hâkim küresel düzenin sergilediği aymazlık, bekleneceği gibi, bazı mahfillerde uluslararası hukukun ölümünün karinesi sayıldı. Bu yüzyılda da en azından 2001’de Afganistan’ın, 2003’te de Irak’ın ABD–liderliğinde bir grup devletçe kör parmağım misali işgalinden, iki ülkenin de yerle bir edilmesinden ve yüz binlerce masum insanın katlinden sonra, uluslararası hukukun ölümünden  söz etmek çok yaygın bir tutumdu.

Peki, bu yaşanan trajediler karşısında uluslararası hukuka ve hâkim küresel düzene ilişkin tutumumuz, basit tepkiselliğin ötesinde, bize mâkûl bir açıklama çerçevesi sunabilir mi? Başka bir deyişle, hâkim küresel düzenin kurbanları uluslararası hukuktan çok şey mi bekliyor? İslam dünyası olarak yaşadığımız hayal kırıklıkları aslında kaçınılmaz bir acı hakikat mi?  Bugün Amerikan vetosu nedeniyle, Gazze saldırısını sona erdirmesi hususunda İsrail’e yönelik olarak “ateşkes” çağrısı yapmayı bile beceremeyen BM Güvenlik Konseyi heyûlâsı ortadayken, bizim BM’ye ilişkin yüksek beklentiler içine girmemiz aslında ne bu örgütün kurulduğu 1945’te ne de bugün mâkûl bir yaklaşım gibi görünebilir mi?

Uluslararası hukukun, kökeni 1648’e götürülen Avrupa kamu hukukunun Avrupa dışı toplumlara genelde sömürgecilik ve emperyalist müdahalelerle dayatıldığı gerçeğini öncelikle akılda tutmak gerekir. Avrupa Kamu Hukuku, birkaç yüzyıl boyunca önceleri Hıristiyanlar– gayri Hıristiyanlar, daha sonra da Medenîler–Barbarlar ayrımı üzerinden sadece Batılı devletlerin kendi aralarında uygulandı. Buna karşılık, bırakınız sömürgeleştirilmiş devletleri ve toplumları, Osmanlı Devleti, Çin ya da Japonya gibi kadim devletler bile eşitsiz ilişkinin kurbanları olarak kapitülasyonlara mahkûm edildi: Bunlar kendi topraklarında Batılı devletlerin sahip olduğu çok kapsamlı siyasî, iktisadî, malî ve hukukî imtiyazlara tâbi oldular. Bu eşitsiz ilişki aslında 20. yüzyılda yaygınlık kazanan tüm aksi söylemlere rağmen – “her devlet egemen ve eşittir”– kesintisiz biçimde bugüne kadar devam etti. Nitekim bugün de ABD liderliğindeki hegemonik Batı’nın ve bu emperyalist güçlerin himayesi altındaki Siyonist işgal ve terör makinesinin dünyanın her yanında giriştiği işgale, istilaya, müdahaleye ve iktisadî yağmacılığa direnen Asyalı, Afrikalı ya da Latin Amerikalı devletlere ve onların halklarına, hâkim küresel düzenin söz konusu lordları, “terörist”, “fanatik/gerici” ya da “yasa dışı savaşçı” yaftasını yapıştırmaktan geri durmadılar. Böylece II. Dünya Savaşı sonrasında sahneye çıkan tüm cafcaflı uluslararası hukuk, demokrasi, özgürlük ve insan hakları söylemlerine rağmen, “kara kafalılar” genelde uluslararası hukukun korumasından mahrum olmaya devam ettiler.    

Bu eşitsiz ilişkinin, merkezinde BM’nin yer aldığı, İkinci Dünya Savaşı sonrası şekillenen uluslararası düzenin önemli bir vasfı olduğunu hatırlatmaya bile gerek yok. Başta BM olmak üzere, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası malî kurumlar, doların hâkim konumda olduğu uluslararası para sistemi ve NATO gibi kâğıt üzerinde bir “askerî savunma” örgütü olan yapılarda söz sahibi olanlar ve izlenen politikalar, hem siyasî, iktisadî ve askerî olarak hem de kültürel olarak emperyalist Batı’nın küresel hâkimiyetini mümkün kılan sütunlar oldular. Doğrudur, BM döneminde Genel Kurul’un almış olduğu kararların da etkisiyle sömürge yönetimi altındaki halklar, bağımsız devletler haline geldiler. Güney Afrika ve Rodezya gibi ülkelerde sistematik ırkçılık yapan beyaz azınlık rejimleri, BM bünyesindeki hummalı faaliyetlerin de sağladığı ivmeyle tarihin çöp tenekesine atıldılar. Bunların yanı sıra, BM Genel Kurulu daha âdil bir uluslararası iktisadî, siyasî ve kültürel düzen için kolları sıvadı. Bu çerçevede alınan pek çok karar, zengin ülkelerin yoksullara iktisadî, ticarî ve malî yardım yapmasını öngördü.

Ne var ki, yoksulların ve mâdunların bu tür “kazanımları” hâkim Batılı güçlerin dünyanın geri kalanıyla kurmuş olduğu asimetrik ilişkiyi, siyasî tahakkümü, emperyalist müdahaleleri ve iktisadî yağma politikalarını sonlandırmadı. Batılıların “kendileri için” inşa etmiş oldukları uluslararası hukuk sistemine ve hâkim uluslararası düzene “duhul etmek” isteyen üçüncü taraflar, Batılılarla hiçbir zaman “eşit muamele” görmeyeceklerini bilmeliydiler. Nitekim söz gelimi, BM içinde, uluslararası barış ve güvenliğin korunması konusunda bağlayıcı karar alma ve gerektiğinde barışa zarar veren devletlere yönelik olarak yaptırım kararı alma ve hatta “saldırgan” devletlere karşı bu hususta istekli ülkelere askerî güç kullanma yetkisi verme, sadece on beş üyeden oluşan Güvenlik Konseyi’ne verildi. Bu organ ihdas edilirken, İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan beş büyük devlet, daimî üyelik statüsü ve veto yetkisiyle “ödüllendirildi” ki, bunların en az üçü Batılı devletlerdi. (ABD, İngiltere, Fransa; Rusya’yı da kısmen Batılı saymak mümkündür) Buna karşılık, kendisine dünyayı ilgilendiren her türden uluslararası sorunları müzakere etme ve bunlara ilişkin karar alma yetkisi verilen Genel Kurul’a her BM üyesi devlet üye olma “hakkı” elde etti. Ne var ki, bu şeffaf ve demokratik organın tek “kusuru”, kararlarının sadece tavsiye niteliğinde oluşuydu! Nitekim Gazze soykırımı sürecinde Genel Kurul büyük bir oy farkıyla İsrail’e ateşkes çağrısı yaptığı halde, Siyonist devlet ve onun baş destekçisi ABD, bunu rahatlıkla görmezlikten gelebildi. Buna karşılık, BM içinde asıl yetki sahibi olan Güvenlik Konseyi, Amerikan vetosu nedeniyle Gazze’ye ilişkin bir türlü ateşkes kararı alamadı.

Aynı Güvenlik Konseyi, BM Kurucu Antlaşması’na (1945) göre, bir devletin ülkesine yönelik olarak silahlı işgalde ya da askerî müdahalede bulunan devletlere karşı savaş yetkisi verme anlamına gelen “askerî zorlama tedbirleri” hususunda, yaklaşık seksen yıllık tarihinde, bu yetkilerini hemen hiçbir zaman kullanmadığı halde, yani işgalcilerin yaptıklarının yanlarına kâr kaldığı bir ortamda,  bu antlaşmanın VII. Bölümünde düzenlenen bu yetkilerini Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgalinden sonra Irak’a karşı tümüyle kullanmaya karar verdi. Neticede ABD liderliğinde Arap yarımadasında konuşlanmış olan devasa askerî güç, sahip olduğu petrol kaynakları üzerinden hâkim ekonomi–politik sistemin önemli bir unsuru olan Kuveyt’i yeniden “özgürlüğüne kavuşturmak için” Irak’a savaş ilân etti; bu ülkenin alt yapısına tarumar etti; neticede çok sayıda savaş suçu işleyerek Kuveyt’in işgaline son verdi. O hâlde, “bazılarının daha eşit olduğu” BM sisteminin, mâdunların ve mazlumların Genel Kurul ve Ekonomik ve Sosyal Konsey gibi organlar eliyle “gazının bolca alındığı”, buna karşılık küresel iradeyi teslim almış olan daimî üyelerin denetim ve gözetimi altında Güvenlik Konseyi’nin asıl güç sahibi olduğu bir yapıdan başka bir şey olmadığını kabul etmek gerekiyor.

Demek ki, hem BM’de hem de daha genel olarak uluslararası düzende hâkim konumda olan diğer uluslararası örgütlerde karar alma imtiyazı, büyük ölçüde ABD’nin ve onlarca yıldır onun “yancılığını” yapan Avrupalı güçlerin uhdesindedir. Nitekim küresel malî ya da ticarî politikaların başlıca ayaklarının ne olacağına –esas itibarıyla– “onlar” karar vermektedir. Başlıca “küresel tehditler”in neler ya da kimler olduğuna ve bunlara karşı –eğer alınacaksa– hangi “tedbirlerin” alınacağına “onlar” karar vermektedir. Bir silahlı işgali, askerî müdahaleyi, hava saldırısını, uluslararası “terör eylemini” ya da vuku bulan bir soykırımı ya da etnik temizliği –şayet çıkarları gerektirdiği için– engellemek ya da cezalandırmak icap ediyorsa, yine bu fiili “onlar” icra etmektedir. Örnek olarak bu mütehakkim güçler, menfaatlerine zarar veren (ve kendilerince tanımlanan) bir silahlı saldırganlık olduğunda, denizlerde korsanlık yapıldığında ya da bir ülkede vahim insan hakları ihlâlleri vuku bulduğunda, kimi zaman BM Güvenlik Konseyi’nin verdiği yetkiyle kimi zaman da NATO’yu (genelde uluslararası hukuka yaslanma gereği bile duyulmaksızın) devreye sokarak hemen her zaman Batı–dışı coğrafyaya mensup olan bir devleti ya da devlet–dışı aktörü (“işgalci devlet”, “haydut devlet”, “başarısız devlet”, “insan hakları ihlalcisi devlet”, “köktendinci devlet”, “terör örgütü”, “yasa dışı savaşçı”) kapsamlı askerî güç kullanımı yoluyla ve genelde sivil katliamları dâhil çok sayıda savaş suçu işleyerek cezalandırma yoluna gidebilmektedir. Sömürgecilik çağı sona erdi; lâkin kısa sürede onun yerini yeni–sömürgecilik çağı aldı!

Emperyalistlerin en mâhir oldukları hususlardan birisi, uluslararası anlaşma yaptıklarında, kendilerini taahhüt altına sokan yükümlülüklerinin genelde her yana çekilebilecek “muğlak” ifadelerle süslü olması, buna karşılık Güneyli (Asyalı–Afrikalı) akit taraf/lar/ın yükümlülüklerinin pek fazla tevile yer vermeyecek biçimde açık seçik, şartsız şurtsuz ve kesin ifadelerle tanımlanmış olmasıdır. Bu hegemonik güçler zengin ülkelerin yoksulların kalkınma sürecine katkıda bulunma yükümlülüğünü ihtiva eden “uluslararası kalkınma hukuku”nun bağlayıcı bir normlar bütünü olmasına hiçbir zaman rıza göstermediler. ABD, “insan hakları şampiyonu” olduğuna dair tamamen (aldatmaya dayalı) algı ürünü imajının hilafına, emperyalist dış politikasının yedeğinde kendisi için pek “kullanışlı” bir “araç” olan insan hakları alanında taraf olduğu anlaşmalara koyduğu birçok çekince yoluyla, kendisini bu alanda uluslararası yargının denetimine sokacak hemen hiçbir taahhüde imza koymamıştır. 1968 tarihli Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması, konumuz bağlamında tarihin gördüğü en garip antlaşmalardan birisi olarak temâyüz etmektedir. Bugün, bir ikisi hariç, hemen hemen tüm devletlerin taraf olduğu bu antlaşmaya göre, 1968’e dek nükleer silah sahibi olan BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimî üyesi –ABD, İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği ve Çin–, nükleer silahlarını ellerinde tutabilirlerdi. Buna karşılık, diğer taraf devletler nükleer silah sahibi olma çabasından uzak durma yükümlülüğü içinde idi. Nükleer güçlerin bu antlaşma çerçevesinde verdiği tek “taviz”, nükleer silahların ortadan kaldırılması için gelecekte “çaba göstermek” durumunda olmalarıdır. Tahmin edileceği gibi, bu “kaypak” ve “soyut” taahhüde uygun davranma hususunda bu beşli o günden bugüne dişe dokunur bir çaba göstermemiştir. Bu noktada, Türkiye dâhil, Müslüman ülkelerin (Pakistan hariç), diğer Üçüncü Dünya ülkeleriyle birlikte, Güvenlik Konseyi’nin daimî üyelerini burada da “imtiyazlandıran”, buna karşılık, iradelerini ellerinden alan bu teslimiyet belgesine imza koymaları, açık bir aymazlık ve şuursuzluk örneğin olarak tarihteki yerini almıştır.1

Hâkim Batılı güçler, modern dönemde, küresel düzeyde oluşturdukları hukuksal ve kurumsal yapılar yoluyla hem uluslararası hukuku hem de onun bir cüz’ünü oluşturan insan hakları düzeneğini kendi tasavvur ve çıkarlarına uygun olarak “tanımlama” imtiyazını de ele geçirmişlerdir. Kavram, hukuk ve kurum inşası ve tüm bunların yaslandığı kapitalist dünya düzeninin tesisi yoluyla, mütehakkim Batı, uluslararası düzen içinde imtiyazlı bir konum elde etmiştir ki, bu durum bugün de önemli ölçüde devam etmektedir. Söz gelimi, “uluslararası toplum” dendiğinde aklımıza Afrikalılar ya da Asyalılar değil, genelde ABD ve Avrupalılar gelmektedir. Bunun bir tür zihnî esâret olduğu açıktır. “Uluslararası terörizm” dendiğinde zihnimize Batılılarca tanımlanan, genelde bazı Müslüman silahlı grupları ihsas eden aktörler düşerken; Amerikan ya da İsrail devlet terörü, çoğu zaman göz ardı edilmektedir. Öte yandan, Filistin sorununun sadece 1967 yılında Siyonist devletçe işgal edilen Filistin topraklarıyla sınırlandırılması, küresel hegemonik sistemin, hâkim küresel akademik ve medyatik düzenin de katkısıyla, “sorun” tanımlama hususunda kurduğu tekeli ve o nedenle de istediği çözümü dayatma imtiyazını açıkça göstermektedir. Ne acıdır ki, bir iki istisna bir yana, Müslüman ülkeler bile, hegemon güçlerce dayatılan ve Filistin’in bütünüyle Siyonist işgalcilerce sömürgeleştirildiği gerçeğini ıskalayan, 1967 sınırlarında iki devletli “çözüm” paradigmasını kendisine çözüm için referans almış durumdadır.

Kendimizi kandırmak nâfile!.. Bugün de Batılı mütehakkim güçlerin mührünü taşıyan uluslararası hukuk ve insan hakları düzenekleri, esas itibarıyla ve hususiyetle, “önemli” meselelerde, mevcut küresel düzenin ve istikrarın ahlâka, adâlete ve hatta hukuka öncelendiği bir normlar bütününden ve yapısından başka bir şey değildir.

Bugün işgal altındaki Gazze’de ve Batı Şeria’da ayaklar altına alınmış olan uluslararası hukuk ve insan hakları da, bir söylem, değerler sistemi ve hukuk çerçevesi olarak, özünde, Batı’yı başkalarından daha üstün kılan, onun küresel söylem üstünlüğünü tahkim eden bir yapıdan başka bir şey değildir. Uluslararası insan hakları sistemi, BM sistemi gibi, büyük ölçüde işlevsizliğe mahkûm olan, söylem ve anlatı düzeyinde liberalizmi tahkim etmek ve ona ilişkin modern efsaneleri sürdürmek için arz–ı endam etmektedir.  Nitekim tarihî tecrübe göstermiştir ki, en azından şu üç durumda, insanlığa aykırı suçların, savaş suçlarının ya da vahim insan hakları ihlâllerinin işlendiği ülkelere yönelik olarak insan haklarını koruma mekanizmaları hemen hiçbir zaman devreye sokulmamakta, bu tür durumlarda küresel düzen içinde hâkim konumda olan güçler sessizliğe bürünmektedir: Birincisi, yaygın işkence, yargısız infaz, ifade ve din özgürlüğünün inkârı gibi bireysel insan hakları ihlâllerinin mağduru olan kişiler, liberal ve seküler Batılılara benzemeyen bir Üçüncü Dünya ülkesine mensupsa, insan hakları sistemi genelde devreye girmemektedir. İkincisi, bir ülkede soykırım, etnik temizlik, insanlığa aykırı suçlar ve savaş suçları gibi kolektif/müşterek nitelikli insan hakları ihlâlleri vuku bulmuşsa, başka bir deyişle, kitlesel bir insanî trajedi yaşanıyorsa, insan hakları sistemi yine genel olarak devreye girmemektedir. Aslında bu noktada “minareyi çalan kılıfı hazırlamıştır”: Hâkim liberal anlayışa göre, insan hakları özünde bireyi devlete karşı koruyan haklar ve özgürlüklerdir. Kitlesel kıyımlar “bireysel” nitelikte olmadığından, elden ne yazık ki pek bir şey gelmemektedir! Üçüncüsü, yaygın insan hakları ihlâllerinin vuku bulduğu ülkelerde iktidar sahipleri, Batı emperyalizminin “dost” addettiği bir rejimse, uluslararası insan hakları mekanizmaları devreye girmemekte ya da söz gelimi Güvenlik Konseyi kararları yoluyla (vahim insan hakları ihlâllerinin uluslararası barış ve güvenliğe zarar verdiği gerekçesiyle) siyasî ya da iktisadî baskı konusu olmamaktadır.

O hâlde insan haklarının insanının hemen hiçbir zaman Batı–dışı toplumların sessiz çoğunluğunu kapsamadığını bilmek gerekiyor. Batı–dışı toplumlar bağlamında, buradaki “insan”, sadece ve sadece Batılıların özdeşleşebileceği, Batılı hayat tarzını benimsemiş, bireyci seküler insandır ve/veya bu “insan” Batılıların “suyuna gitmeyen” iktidarları zayıf düşürme istidadı olan etnik ya da mezhebî azınlıklara ve cinsel sapkınlara tekâbül etmektedir.  İnsan hakkı içinde yer alan hak ise ancak tarihinden, ailesinden, dininden, geleneğinden ve toplumundan koparılmış olan bireyin devlete ve insanın kurdu olduğu düşünülen başka bireylere ve insan gruplarına karşı korunmasını öngörür. Burada hukuk sistemi, bireyi hedef alan hak ihlâllerine karşı devreye girer. Mahkemeler, bu yalnızlaştırılmış bireyin şahsiyetinin korunmasını değil; onun piyasacı kapitalizmle uyumlu olan bireyci özgürlüğünü doya doya yaşamasının önündeki engelleri kaldırmayı hedefler, engelleyicileri cezalandırır.

Netîce–i kelâm, BM ve diğer hâkim uluslararası kurumlar ve yapılar, aslında Müslümanların (ve diğer Üçüncü Dünya halklarının) mağduriyetini kabul edilebilir kılan bir hegemonya ve söylem biçimi olarak sömürüyü, işgali ve dayatmayı “görünmez” kılmakta ve böylece bunları “sindirmemizi” sağlamaktadır. Uluslararası hukukun ve insan haklarının varlığına olan “güvenimiz”, bizi, başta BM olmak üzere, küresel kurumların hem devletimizin hem de bizim sahip olduğumuz hakkın ve hukukun korunması hususunda yanımızda oldukları yanılgısına sürüklemektedir. Bu da bizi boş ümitlere sevk ederek ümmet olma bilincimizi sekteye uğratmakta, İslam dünyası olarak küresel tahakküm düzenine karşı güç birliği yapmamızı ve zalimlere ve zalimane yapılara karşı birleşerek harekete geçmemizi engellemektedir. Oysa tek seçenek, kendi değerlerimizi esas alan direniş ve birliktir. Göze almamız gereken bu netâmeli yolculukta Allah hepimize iz’an, akıl ve cesaret versin!

 

 

1  Kuşkusuz burada, sivil–asker ayrımı gözetmeyen, kitlesel kıyımlara ve şehirlerin yıkımına yol açacağı âşikâr olan nükleer silahların isteyen tüm devletlerin elinde olması savunuluyor değildir. Konumuz bağlamında bu husustaki çifte standarda ve iki yüzlülüğe dikkat çekilmektedir.

 




Makalenin devamını okumak için Abone Olun