İnsanı diğer canlılardan farklı kılan yönlerinden biri, âlet kullanma niteliğidir. Diğer canlılar arasında da âlet kullananlar bulunmaktadır fakat insan, evrenin sırlarını, maddenin gizemini ve kendi maksatları için etrafındaki nesnelerin araç olabilme kapasitesini merak etme, anlama ve değerlendirme özelliğiyle ayrışmaktadır. Başka bir ifadeyle insan, duyularını ve hayalini aklıyla birlikte kullandığından sahip olduğu organ ve güçlerin imkân ve kabiliyetleri aklın onları harekete geçirme özelliğine bağlı olarak genişlemektedir. İnsan aklına sahip olmayan xbir canlıda insan elleriyle aynı büyüklükte, aynı parmak boğumlarına sahip ve aynı kavrama özelliğine sahip iki elin bulunması, şeklî bir benzerlikten ve çok temelde bulunan işlevlerde ortaklıktan öte bir anlam ifade etmez. Çünkü elimizi bunca âlet üretebilir hale getiren şey akıldır. Fakat akıl, duyu güçleri ve azalarımız arasında tekniği ve teknolojiyi üretmeyi mümkün kılan ortaklık, birbirlerinin sınırlarında örtüşen ve kabiliyetlerini tüketen bir ortaklık değildir. Bunun temel sebebi, aklî idrâk gücünün muhtelif boyutlara sahip olmasıdır. Özetle ifade edilecek olursa aklî idrâkin sâbit ve değişken olmak üzere iki boyutu vardır.
Sâbit boyut, metafiziktir yani bizzat var oluşu anlamaya yönelir. Varoluşun, anlam ve değeri üzerine tefekkürle gelişen bu boyut, kendi içinde derinleşmeye ve belirli sınırlar dâhilinde daralma ve genişlemeye müsait olmakla birlikte çeperindeki sınırları itibarıyla belirlidir. Bir kez uyarıldığı zaman sınırlarına doğru ilerleme özelliğine sahiptir. Sınırlar bir yandan var oluşun sınırları diğer yandan bilen özne olarak insanın sınırlarıdır. Varoluşun sınırları derken, aklın bildiklerinden bir bütün oluşturmasını, varoluşu bir bütün olarak tasavvur etmesini, nihayet buradan Varlık’a dâir küllî idrâke ulaşmasını kastediyorum.